6 Mart 2009 Cuma

kediler ve feysbuk

Mart ayının gelmesiyle birlikte etrafta bağırarak dolaşan kedi sayısında beklenen bir artış var. Geçen gün ofiste çalışırken garip sesler çıkarmasıyla beni çalışmamdan alıkoyan kedi ile Ortaköy sahilinde iş üstünde yakaladığım iki kediyi aynı gün içerisinde görmem bana Mart ayının geldiğini hatırlattı. Son yazılarımı Ocak başında yazdığım düşünülürse epey yoğun ve farkında olmadan geçen aylar oldu Ocak ve Şubat. Kedilerin böyle bir işlevi olabileceği aklıma gelmezdi. 

Bir teoriye göre, kedilerin Mart ayında çiftleşmesi tamamen hava durumuyla ilgiliymiş. Çiftleşen kediler, yavru kedilerin doğum tarihlerini, onların hayatta kalma şanslarını arttıracak şekilde sıcak havalara denk getirmeye çalışıyormuş. Wikipedia'nın kedilerin hamilelik sürecinin 63-65 gün sürdüğünü söylediğini düşünürsek bu teori tutarsız görünmüyor. Ne var ki, tam da bu nedenle, kedilerin Mart ayında çiftleşmesi genel-geçer bir bilgi değil. Yani yerkürenin güneyinde (ekvator çizgisinin güneyi de denilebilir) kediler muhtemelen eylül ayında azgınlaşıyor. 

Ve yine farkettim ki, Mart ayında feysbuk aktivitesinde inanılmaz bir azalma var. İnsanlar daha az video gönderiyor, birbirlerinin durumlarına daha az yorum yapıyor ve ayrılıyor-birleşiyor. 

İki olay arasında nasıl bir ilişki olabilir?

İmdadıma İstatistik derslerinin en temel klişesi yetişiyor: İki değişken arasındaki ilişki aralarında bir nedensellik olduğunu göstermez. 

Yine de kıllanmadım değil...

a comparative study of two exiles: convergent paths, divergent outcomes

Mesleki deformasyon başa bela. Gün geçmiyor ki zihnimiz biraz daha kirlenmesin. Dünya algımız filtrelenmesin. Ama kaçış yok bundan. Uzak atalarımız tarım toplumuna geçip artıdeğer ürettiğinden ve 18.yy filozofu Adam Smith iş bölümünden bahsettiğinden beri farklı mesleklerimiz var ve bunun ne anlama geldiğini biliyoruz. 

Henüz bir mesleğim yok. Avrupa'da kumpir zinciri kurma hayallerim suya düştüğünden beri uğraşı olarak akademisyenliği, disiplin olarak da siyaset bilimi seçmiş durumdayım. Geleceğimle ilgili karamsarlığa düştüğüm şu günlerde de dürümcü açma konusunda şeytan beni dürtmüyor değil. Hatta, bir iki saat önce ev arkadaşım Sarper'le konuştuk bu konuyu. Hisarüstü'nde düzgün dürümcü yok. Açan köşeyi dönecek valla. Bu ayrı bir konu, uzatmayalım.

Bilenler bilir, bizim siyaset bilim disiplini içerisinde çeşitli alt alanlar vardır: Uluslararası ilişkiler, siyasal teori/felsefe gibi. Bu alanlardan biri de karşılaştırmalı siyasettir ki şu kulunuzun ilgisini çeken alan da budur şu dünyada. Bu karşılaştırmalı siyaset denen nanenin özü aslında çok basittir. Sürekli birşeyleri karşılaştırır ve ortaklıkları tespit ederken, farklılıkları da yakalamaya çalışırsınız. Karşılaştırdığınız şeyler ülkelerin siyasal ve ekonomik yapıları olduğu gibi, aynı ülke içerisindeki farklı tarihsel süreçleri de karşılaştırabilirsiniz. Elbette daha mikro düzeyde karşılaştırmalar da mümkündür.

Karşılaştırmalı siyasetin özü ve adı içerikten çok belirli bir metodolojiden gelir. Yine basit görünse de işin netameli kısmı budur. Neyi, niçin ve nasıl karşılaştırdığınızı bilmeli ve bunu mantıklı gerekçelerle savunabilmelisiniz. Kısacası, karşılaştırıken, elmalarla armutları karıştırmamak gerekir- gavurlar elmalarla portakal benzetmesini tercih ediyor. 

Uğraştığımız şeyler ister istemez gündelik hayata bakışımızı da şekillendiriyor ve sistematize ediyor. Bütün gün zihni bu şekilde çalışan insan muhtemelen daha önce yaşamış olduğu yerleri, sevgililerini, arkadaşlıklarını da karşılaştırıp duruyor. Hayatın içinde de zaman ve mekan öğeleri olduğuna göre bu karşılaştırmayı içinde bulunduğu bağlamdan koparak yapmanız da mümkün değil zaten. Bu da, bende, gündelik hayatın da mesleğimizi icra ederken kullandığımız metodolojik araçlarla daha anlaşılabilir kılınacağı hissiyatını uyandırıyor. 

Aslında, mesleki anlamda yapılan da biraz kitap karıştırıp, bu başlıkta olduğu gibi şekilli bi isimle sunmak: A comparative study of two exiles: convergent paths, divergent outcomes. 

Birkaç ay önce Ahmet Kaya'yla ilgili bir yazı yazmıştım. Benim en çok beğendiğim yazılarımdan biri oldu. Sağolsun, beğenip yorumlarını benimle paylaşan dostlarım da oldu. Bu ne zamandır beni üzen bir konuydu ve paylaşmış olmanın sevincini yaşadım.

Birkaç gün önce Yusuf Hayaloğlu'nun ölmesiyle konu yeniden gündeme geldi ve biraz da reyting kaygısıyla medyamız günah çıkardı. Samimiyeti kuşku götürse de Ahmet Kaya için bi iade-i itibar vesilesi oldu. 

Medyamızın -bir kısım medya demek geldi içimden- gündemini sadece bu konu işgal etmedi bugün. Bir grup gazeteci Pennsylvania eyaletinde 'Fethullah Gülen Hoca hazretleri'ni ziyaret etmişler ve yaşadıklarını köşelerine taşımışlar. 

Örneğin, 'hepimizin gazetesi' Sabah'daki köşesinde Mahmut Övür şöyle buyurmuşlar. Bazı önemli cümlelerle aktarıyorum (ilgilenenler şu linkten yazıyı okuyabilir : http://www.sabah.com.tr/2009/03/05/haber,C176A4E318FD4B67B4E4CD84D5F53BCE.html )

-"Çünkü Fethullah Gülen orada adeta bir sürgün hayatı yaşıyor."

-"...Türkiyeli bir kanaat önderinin, bir sivil toplum liderinin veya küçümsenerek söylenen  'Taşralı Bir İmam' ın ne derseniz deyin, sürgün hayatına mahkûm edildiği 'kamp' tayız."

-"Tam içeri girecekken güvenlik nedeniyle cep telefonlarımız alınıyor."

Yazıdaki diğer detaylardan da anlıyoruz ki, Fethullah Gülen çok iyi korunan, bir korunun içine yerleşmiş olan birkaç villadan oluşan bir yapının içerisinde muhtemelen CIA ajanları tarafından korunurken, dünyanın en 'acımasız sürgün'ünü yaşıyor. Neyseki, onu ziyarete gelen sevenlerinin Fethullah Hoca'nın vatan hasretini bir nebze giderdiğini öğreniyoruz ki yüreğimizin ferahlıyor. 

Nedense yazıda, Fethullah Gülen hakkındaki arama kararının kaldırılmasına rağmen Fethullah Gülen'in Türkiye'ye dönmemesinden; tam aksine Amerika'da kalıcı ikamet için Green Card'a başvurduğundan bahsedilmiyor. Önce red cevabı alan Gülen'in, Pennsylvania Eyalet Mahkemesi'ne başvurduğunu ve bu başvurusunda eski CIA ajanlarıyla bazı rum papazlarını kendisine referans gösterdiğinden de hiç bahsedilmemiş. Mahkemenin hangi gerekçeyle Gülen'in Amerika'da kalması gerektiği de atlanan konulardan biri. Bilindiği gibi Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği gerekçesiyle Gülen'in kalmasının faydalı olacağı görüşü mahkemece öne sürülmüştü. Tabii bu fayda dinler arası diyalog falan filan -yersen. Ekşi Sözlük yazarı 'sapartacusun donusu' ince işçilik yapmış ve mahkeme kararına ulaşmış. İsteyenler buradan okuyabilir: http://www.paed.uscourts.gov/documents/opinions/08d0811p.pdf

Ahmet Kaya'nın sürgün ediliş öyküsünü kendi çocuk gözümle önceki yazımda anlatmıştım. Fethullah Gülen hikayesi de birçoğumuz için malum. Gelin şu iki vakayı karşılaştıralım (bkz. Ertuğrul Özkök). 

Benzerlikler: ikisi de öyle veya böyle sürgün edildi; ikisi de 1980 sonrası Türkiyesi'nde varoldular ve farklı da olsa işlevseldiler. 

Tam bu nokta, temel farklılıklarının başlangıcı oluşturuyor. Solun pasifize edildiği 80 sonrasında ordu/devlet eliyle İslam ve İslamcılık palazlanırken, bu süreçte kurumsal ve ideolojik olarak ön plana çıkan Gülen cemaati oldu. Ekonomik ve siyasal olarak güçlendiler.Fethullah Gülen, Türkiye'de yükselen siyasal İslam'ın geri planda kalan ama etkili olan sivil yüzünü temsil etti.

Ahmet Kaya ve sözcülüğünü yaptığı sol ise gençliklerinin bir dönemini hapishanelerde işkencelerden geçerek çürüttüler. Hapisten çıktıklarında da ya 'tutunamadılar' ya da sağa sola savruldular. Ahmet Kaya, bu insafsızlığa, hayal kırıklığına ve umutsuzluğa savrulmuş bir küfürdü. Güzel bir küfür. Sonuç olarak Kaya da, Gülen gibi, sembol bir isimdi. 

Bu noktadan yola çıkarak diğer farklılıkları sayalım:

1.Kaya 42 yaşında üzüntüden öldü. Gülen'in maşallahı var.

2. Gülen'in CIA tarafından korunduğu söyleniyor ve bilmemne dergileri tarafından yüzyılın en önemli kanaat önderlerinden biri olarak lanse ediliyor. Hatta, devletin çeşitli kademelerinde etkili olduğu ve istihbarat sağladığını bilmeyen yok gibi. Ahmet Kaya bildiğim kadarıyla kimse tarafından korunmadı ve kalplerimizden başka biryere de sızmaya çalıştığı görülmedi.

3. Kaya, ülkenin bütünlüğünü savundu ve Atatürk'ün bağımsızlık mücadelesine duyduğu saygıyı defalarca dile getirdi. Savunduğu 'Kürt realitesi'nin kabul edilmesi konusunda geldiğimiz noktayı ve ona yapılanları düşünüp utanmamız gerekiyor. Gülen'in bu ülkeyle ilgili ne düşündüğünü bilmiyorum ama Amerika'nın ipiyle kuyuya inenlerden pek hayır gelmediğini birçok üçüncü dünya örneğinde gördük. 

4. Gülen'i sürekli ağlarken gördük. Ahmet Kaya ağlamadı. Gözleri dolsa da hayata küfrünü savurdu ve gitti. 

Bazıları mazlum edebiyatını çok iyi yapıyor. Sanırım 'firavun' metaforuyla şekillenmiş zihin dünyalarında İslamcılar hepimizden daha iyi oynuyor mazlum rolünü. 

Conclusion kısmını es geçerek bitirelim bu karşılaştırmalı çalışmayı. Birkaç da soru soralım: Kim daha çok zulüm gördü bu ülkede? Hangimiz Ateist, homoseksüel, vicdani redçi olduğumuzu İslamcı ya da dindar olduğumuzu söyleyebildiğimiz kadar rahat söyledik? Kalabalıklar ve siyasal otorite hangimizin yanında oldu? Hangi grup katliamlara ve linçlere maruz kaldı?...