7 Haziran 2009 Pazar

Üniversiteme dokunma!

Uzun zamandır yazamıyorum.  Beni yazmaya itecek güçlü bir neden de olmadı bu süre zarfında. Ne var ki birçoğunuzun medyadan takip etmiş olduğunu düşündüğüm YÖK kararı beni yeniden yazmaya teşvik etti. 

YÖK, mezunu olduğum Sabancı Üniversitesi 'nin (SU) farklı yapısını 'fırsat eşitliği'ne aykırı buluyordu. Bu nedenle diğer üniversitelerde olduğu gibi SU da bölüm yapısına geçmeliydi.  Buna tepki olarak SU öğrencileri ve mezunları bir web sitesi oluşturdular. Görüşlerin ifade edilebilmesi için de anlamlı bir platform oluşmuş oldu. Ben de buraya bir SU mezunu olarak konuya ilişkin görüşlerimi yazdım. İzninizle bu yazıyı burada da paylaşıyorum.

---------

Mezunlarının ve öğrencilerinin üniversiteleriyle ne kadar gurur duyduklarını tekrarlamanın ya da SU’yu da sıradanlaştırmaya çalışan zihniyete sövmenin ben de dahil hepimizde bir rahatlama yarattığına kuşku yok. Bu konuda Tolga Sütlü’nün yazısı gerçekten hoştu. Bu söylenenelere katılmakla birlikte ben başka bir noktaya dikkati çekmek istiyorum: YÖK’ün eşitsizlik yarattığını söylediği hususa. Yani sosyal bilimlerden düşük puanla girenlerin mühendislik bölümlerine geçmesi ve bunun bir ‘eşitsizlik’ yaratması (tam olarak böyle ifade edilmese de meselenin üç aşağı beş yukarı böyle olduğunu biliyoruz). 

Anladığım kadarıyla bu husus YÖK’ün kararındaki temel argümanı ve motivasyonu oluşturuyor. Aynı zamanda bu durum, bir olgu/gerçeklik gibi de sunulmuş. Oysaki benim öğrenciliğim sırasında birçok ÖSS dereceli fen lisesi mezunu arkadaşımın Cultural Studies programında okuduğuna şahit oldum. Aksine ise (yani sosyal bilim girişli olup herhangi bir mühendislik dalında okuyana) -en azından ben- rastlamadım. Dolayısıyla bu argümanın temelini oluşturan verilerin gerçekliği konusunda ciddi şüphelerim var.

Ünlü Amerikalı sosyolog Robert K. Merton (1959) bir kitabında şöyle buyuruyor [çeviri bana aittir]: “Sosyal olguların açıklanabilir olduğunu söylemeden önce, onların gerçekten birer olgu/vaka olduğunu söylemek gereksiz gibi gözükebilir. Ne var ki, aynı gündelik hayatta olduğu gibi bilimlerde de, sıklıkla açıklamalar aslında var olmayan olgular üzerine yapılır”.

Buradan hareketle ben gerçekten merak ediyorum ve rakamları görmek istiyorum: SU kurulduğundan beri kaç kişi SSBF girişli olup MDBF diploması almış ve elbette kaç kişi tam tersini yapmış? 

SU’nun ne kadar iyi bir üniversite olduğunu ve bize neler kattığını hepimiz biliyoruz ama bunları toplumsal bir tartışmada ortaya sürmek ancak ikinci bir adım (second best option) olabilir. İlk adım bu rakamlara bakmaktır ve eğer sonuç YÖK’ün söylediğinin aksiyse onu onların silahıyla mat etmektir. Zaten MDBF girişli SSBF mezunu çoksa ya da ortaya dengeli bir tablo çıkıyorsa YÖK’ün argümanının saçmalığı ortaya çıkacaktır. 

Eğer aksi durum varsa bence yapmamız gereken iki şey var: SU’yu savunmak adına hepimizin katkıda bulunduğu yukarıdaki argümanlara dönmek, belki onları daha da zenginleştirmek. Bir yandan da rakamlar arasında gerçekten anlamlı bir fark varsa bunun nedenlerini sorgulamak. 

Yanlış anlaşılmak istemem, bunu YÖK’ün ortaya koyduğu zihniyetle yapalım demiyorum. Her zaman yağtığımız ve bize öğretildiği gibi eğer böyle bir durum gerçekten varsa bunu da sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Ve elbette bunları bir SPS mezunu olarak söylüyorum. Takdir edersiniz ki sosyal bilimleri mühendislikten ya da fen bilimlerinden aşağı görmem.

Saygılarımla,
2007 Mezunu İsmail Emre Bayram

6 Mart 2009 Cuma

kediler ve feysbuk

Mart ayının gelmesiyle birlikte etrafta bağırarak dolaşan kedi sayısında beklenen bir artış var. Geçen gün ofiste çalışırken garip sesler çıkarmasıyla beni çalışmamdan alıkoyan kedi ile Ortaköy sahilinde iş üstünde yakaladığım iki kediyi aynı gün içerisinde görmem bana Mart ayının geldiğini hatırlattı. Son yazılarımı Ocak başında yazdığım düşünülürse epey yoğun ve farkında olmadan geçen aylar oldu Ocak ve Şubat. Kedilerin böyle bir işlevi olabileceği aklıma gelmezdi. 

Bir teoriye göre, kedilerin Mart ayında çiftleşmesi tamamen hava durumuyla ilgiliymiş. Çiftleşen kediler, yavru kedilerin doğum tarihlerini, onların hayatta kalma şanslarını arttıracak şekilde sıcak havalara denk getirmeye çalışıyormuş. Wikipedia'nın kedilerin hamilelik sürecinin 63-65 gün sürdüğünü söylediğini düşünürsek bu teori tutarsız görünmüyor. Ne var ki, tam da bu nedenle, kedilerin Mart ayında çiftleşmesi genel-geçer bir bilgi değil. Yani yerkürenin güneyinde (ekvator çizgisinin güneyi de denilebilir) kediler muhtemelen eylül ayında azgınlaşıyor. 

Ve yine farkettim ki, Mart ayında feysbuk aktivitesinde inanılmaz bir azalma var. İnsanlar daha az video gönderiyor, birbirlerinin durumlarına daha az yorum yapıyor ve ayrılıyor-birleşiyor. 

İki olay arasında nasıl bir ilişki olabilir?

İmdadıma İstatistik derslerinin en temel klişesi yetişiyor: İki değişken arasındaki ilişki aralarında bir nedensellik olduğunu göstermez. 

Yine de kıllanmadım değil...

a comparative study of two exiles: convergent paths, divergent outcomes

Mesleki deformasyon başa bela. Gün geçmiyor ki zihnimiz biraz daha kirlenmesin. Dünya algımız filtrelenmesin. Ama kaçış yok bundan. Uzak atalarımız tarım toplumuna geçip artıdeğer ürettiğinden ve 18.yy filozofu Adam Smith iş bölümünden bahsettiğinden beri farklı mesleklerimiz var ve bunun ne anlama geldiğini biliyoruz. 

Henüz bir mesleğim yok. Avrupa'da kumpir zinciri kurma hayallerim suya düştüğünden beri uğraşı olarak akademisyenliği, disiplin olarak da siyaset bilimi seçmiş durumdayım. Geleceğimle ilgili karamsarlığa düştüğüm şu günlerde de dürümcü açma konusunda şeytan beni dürtmüyor değil. Hatta, bir iki saat önce ev arkadaşım Sarper'le konuştuk bu konuyu. Hisarüstü'nde düzgün dürümcü yok. Açan köşeyi dönecek valla. Bu ayrı bir konu, uzatmayalım.

Bilenler bilir, bizim siyaset bilim disiplini içerisinde çeşitli alt alanlar vardır: Uluslararası ilişkiler, siyasal teori/felsefe gibi. Bu alanlardan biri de karşılaştırmalı siyasettir ki şu kulunuzun ilgisini çeken alan da budur şu dünyada. Bu karşılaştırmalı siyaset denen nanenin özü aslında çok basittir. Sürekli birşeyleri karşılaştırır ve ortaklıkları tespit ederken, farklılıkları da yakalamaya çalışırsınız. Karşılaştırdığınız şeyler ülkelerin siyasal ve ekonomik yapıları olduğu gibi, aynı ülke içerisindeki farklı tarihsel süreçleri de karşılaştırabilirsiniz. Elbette daha mikro düzeyde karşılaştırmalar da mümkündür.

Karşılaştırmalı siyasetin özü ve adı içerikten çok belirli bir metodolojiden gelir. Yine basit görünse de işin netameli kısmı budur. Neyi, niçin ve nasıl karşılaştırdığınızı bilmeli ve bunu mantıklı gerekçelerle savunabilmelisiniz. Kısacası, karşılaştırıken, elmalarla armutları karıştırmamak gerekir- gavurlar elmalarla portakal benzetmesini tercih ediyor. 

Uğraştığımız şeyler ister istemez gündelik hayata bakışımızı da şekillendiriyor ve sistematize ediyor. Bütün gün zihni bu şekilde çalışan insan muhtemelen daha önce yaşamış olduğu yerleri, sevgililerini, arkadaşlıklarını da karşılaştırıp duruyor. Hayatın içinde de zaman ve mekan öğeleri olduğuna göre bu karşılaştırmayı içinde bulunduğu bağlamdan koparak yapmanız da mümkün değil zaten. Bu da, bende, gündelik hayatın da mesleğimizi icra ederken kullandığımız metodolojik araçlarla daha anlaşılabilir kılınacağı hissiyatını uyandırıyor. 

Aslında, mesleki anlamda yapılan da biraz kitap karıştırıp, bu başlıkta olduğu gibi şekilli bi isimle sunmak: A comparative study of two exiles: convergent paths, divergent outcomes. 

Birkaç ay önce Ahmet Kaya'yla ilgili bir yazı yazmıştım. Benim en çok beğendiğim yazılarımdan biri oldu. Sağolsun, beğenip yorumlarını benimle paylaşan dostlarım da oldu. Bu ne zamandır beni üzen bir konuydu ve paylaşmış olmanın sevincini yaşadım.

Birkaç gün önce Yusuf Hayaloğlu'nun ölmesiyle konu yeniden gündeme geldi ve biraz da reyting kaygısıyla medyamız günah çıkardı. Samimiyeti kuşku götürse de Ahmet Kaya için bi iade-i itibar vesilesi oldu. 

Medyamızın -bir kısım medya demek geldi içimden- gündemini sadece bu konu işgal etmedi bugün. Bir grup gazeteci Pennsylvania eyaletinde 'Fethullah Gülen Hoca hazretleri'ni ziyaret etmişler ve yaşadıklarını köşelerine taşımışlar. 

Örneğin, 'hepimizin gazetesi' Sabah'daki köşesinde Mahmut Övür şöyle buyurmuşlar. Bazı önemli cümlelerle aktarıyorum (ilgilenenler şu linkten yazıyı okuyabilir : http://www.sabah.com.tr/2009/03/05/haber,C176A4E318FD4B67B4E4CD84D5F53BCE.html )

-"Çünkü Fethullah Gülen orada adeta bir sürgün hayatı yaşıyor."

-"...Türkiyeli bir kanaat önderinin, bir sivil toplum liderinin veya küçümsenerek söylenen  'Taşralı Bir İmam' ın ne derseniz deyin, sürgün hayatına mahkûm edildiği 'kamp' tayız."

-"Tam içeri girecekken güvenlik nedeniyle cep telefonlarımız alınıyor."

Yazıdaki diğer detaylardan da anlıyoruz ki, Fethullah Gülen çok iyi korunan, bir korunun içine yerleşmiş olan birkaç villadan oluşan bir yapının içerisinde muhtemelen CIA ajanları tarafından korunurken, dünyanın en 'acımasız sürgün'ünü yaşıyor. Neyseki, onu ziyarete gelen sevenlerinin Fethullah Hoca'nın vatan hasretini bir nebze giderdiğini öğreniyoruz ki yüreğimizin ferahlıyor. 

Nedense yazıda, Fethullah Gülen hakkındaki arama kararının kaldırılmasına rağmen Fethullah Gülen'in Türkiye'ye dönmemesinden; tam aksine Amerika'da kalıcı ikamet için Green Card'a başvurduğundan bahsedilmiyor. Önce red cevabı alan Gülen'in, Pennsylvania Eyalet Mahkemesi'ne başvurduğunu ve bu başvurusunda eski CIA ajanlarıyla bazı rum papazlarını kendisine referans gösterdiğinden de hiç bahsedilmemiş. Mahkemenin hangi gerekçeyle Gülen'in Amerika'da kalması gerektiği de atlanan konulardan biri. Bilindiği gibi Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği gerekçesiyle Gülen'in kalmasının faydalı olacağı görüşü mahkemece öne sürülmüştü. Tabii bu fayda dinler arası diyalog falan filan -yersen. Ekşi Sözlük yazarı 'sapartacusun donusu' ince işçilik yapmış ve mahkeme kararına ulaşmış. İsteyenler buradan okuyabilir: http://www.paed.uscourts.gov/documents/opinions/08d0811p.pdf

Ahmet Kaya'nın sürgün ediliş öyküsünü kendi çocuk gözümle önceki yazımda anlatmıştım. Fethullah Gülen hikayesi de birçoğumuz için malum. Gelin şu iki vakayı karşılaştıralım (bkz. Ertuğrul Özkök). 

Benzerlikler: ikisi de öyle veya böyle sürgün edildi; ikisi de 1980 sonrası Türkiyesi'nde varoldular ve farklı da olsa işlevseldiler. 

Tam bu nokta, temel farklılıklarının başlangıcı oluşturuyor. Solun pasifize edildiği 80 sonrasında ordu/devlet eliyle İslam ve İslamcılık palazlanırken, bu süreçte kurumsal ve ideolojik olarak ön plana çıkan Gülen cemaati oldu. Ekonomik ve siyasal olarak güçlendiler.Fethullah Gülen, Türkiye'de yükselen siyasal İslam'ın geri planda kalan ama etkili olan sivil yüzünü temsil etti.

Ahmet Kaya ve sözcülüğünü yaptığı sol ise gençliklerinin bir dönemini hapishanelerde işkencelerden geçerek çürüttüler. Hapisten çıktıklarında da ya 'tutunamadılar' ya da sağa sola savruldular. Ahmet Kaya, bu insafsızlığa, hayal kırıklığına ve umutsuzluğa savrulmuş bir küfürdü. Güzel bir küfür. Sonuç olarak Kaya da, Gülen gibi, sembol bir isimdi. 

Bu noktadan yola çıkarak diğer farklılıkları sayalım:

1.Kaya 42 yaşında üzüntüden öldü. Gülen'in maşallahı var.

2. Gülen'in CIA tarafından korunduğu söyleniyor ve bilmemne dergileri tarafından yüzyılın en önemli kanaat önderlerinden biri olarak lanse ediliyor. Hatta, devletin çeşitli kademelerinde etkili olduğu ve istihbarat sağladığını bilmeyen yok gibi. Ahmet Kaya bildiğim kadarıyla kimse tarafından korunmadı ve kalplerimizden başka biryere de sızmaya çalıştığı görülmedi.

3. Kaya, ülkenin bütünlüğünü savundu ve Atatürk'ün bağımsızlık mücadelesine duyduğu saygıyı defalarca dile getirdi. Savunduğu 'Kürt realitesi'nin kabul edilmesi konusunda geldiğimiz noktayı ve ona yapılanları düşünüp utanmamız gerekiyor. Gülen'in bu ülkeyle ilgili ne düşündüğünü bilmiyorum ama Amerika'nın ipiyle kuyuya inenlerden pek hayır gelmediğini birçok üçüncü dünya örneğinde gördük. 

4. Gülen'i sürekli ağlarken gördük. Ahmet Kaya ağlamadı. Gözleri dolsa da hayata küfrünü savurdu ve gitti. 

Bazıları mazlum edebiyatını çok iyi yapıyor. Sanırım 'firavun' metaforuyla şekillenmiş zihin dünyalarında İslamcılar hepimizden daha iyi oynuyor mazlum rolünü. 

Conclusion kısmını es geçerek bitirelim bu karşılaştırmalı çalışmayı. Birkaç da soru soralım: Kim daha çok zulüm gördü bu ülkede? Hangimiz Ateist, homoseksüel, vicdani redçi olduğumuzu İslamcı ya da dindar olduğumuzu söyleyebildiğimiz kadar rahat söyledik? Kalabalıklar ve siyasal otorite hangimizin yanında oldu? Hangi grup katliamlara ve linçlere maruz kaldı?...

8 Ocak 2009 Perşembe

hanıma bi sorayım!..

Sabahtan beri birşeylerle uğraşıyorum. Akşamı çoktan ettik. Epey de yoruldum. Ne iş yaptım bugün diye bakıyorum. İki paragraf yazı yazmışım. Bu tez bitmeyecek arkadaş! İşin ilginç yanı uğraşıyorum da birşeyler yapmak için. Neyse sıkmayım canınızı.

Sabah saatlerinde bizim okulun mali işler bölümünü aradım. Derdim, ayrıldığım lojmanın depozito ücretinin hesabıma neden yatmadığını öğrenmekti. Mali işler bölümündeki görevli okula 2200 tl -yeni YTL:)- borçlu olduğumu söyledi. Para beklerken borçlu çıktık bir de. Söylediğine göre avans çekmişim. 'Ben avans mavans çekmedim' gibi abuk subuk tepkiler vererek kapadım telefonu. Sonrasında birkaç yeri daha aradım. TÜBİTAK ile bizim okul arasındaki bir kopukluktan kaynaklanan bir sorun çıkmış. İki bankayla görüşüp saatlerce telefonda konuştuktan sonra 1100 YTL borcum olduğu söylendi. Bir de pişkin pişkin 'taksitlere böleriz' dendi. Ne taksidi ne borcu kardeşim derken mideme ağrılar girdiğini farkettim. İşi biraz daha eşeleyip benim durumumda olan ve bundan benim gibi bir yıldır haberi olmayan diğer insanlara da ulaştım. Daha etkili bir salvoyla bu parayı ödemekten de kurtulacağız sanırım. Kontrolsüz güç güç değildir. Örgütlü güç adamın a... koyar. Neyse sinirliyim, terbiyesizleşmeden bu yazıyı noktalamak istiyorum.

Öğle saatlerinde Sait geldi. Kendine Koç'tan kız arkadaş yapmış. Biz kaç senedir buradayız bir kere gelmedi, kızla tanışınca iki haftadır kafamı sikti gelicem gelicem diye. Hatta, beyefendi kıza sürpriz yapacak diye kimya sınavının tarihini ve yerini bile araştırmışlığım var:) Nelerle uğraşıyoruz, sonra da Türkiye'de bilim yapılmıyor diye bize kızıyorlar. Kardeşim bizden talep ettiğiniz hep karı-kız işleri, bir gün de Emrecim n'olucak bu ekonominin hali diyen oldu mu aranızda? Abi paramı dolara mı yatırayım diye sorup dalga geçenlerinizi ayrı tutuyorum:) Sait, kız arkadaşı ve onun bir arkadaşıyla yemek yiyip kahve içtik. Öğle saatleri hızlıca geçti.

Saat 4'te HSBC'nin başekonomisti gelip, kriz üzerine konuşacaktı. Konuşmacıyı, ekonomi bölümünden Sumru Hoca davet etmişti ama kendisi bugün hastalanmıştı. Ziya Hoca'nın da toplantısı vardı. İhale bize kaldı. Konuğu karşılayıp, sunum için gereken hazırlığı yapacak, konuşma sonrasında da kahve içmeye götürecektim. 

Konuşma gayet başarılıydı. Sunumun sonunda iş bulmak ve adamla tanışmak ümidiyle yalakalık yapan MBA ve ekonomi öğrencilerinin katkılarıyla epey de uzadı. Sonrasında ben ve Sumru Hoca'nın asistanı Meltem konuşmacıyı -adet olduğu üzere- kahve içmeye davet ettik. Adamcağız da kibarca 'hanıma bi sorayım' dedi. Geç kalmıştı, eve dönecekti. Sonra uzun uzun telefonda konuştu. 

Adama birden kanım ısındı. Müthiş bir ortaklık duygusu hissettim. Kahveleri keyifli bir sohbet eşliğinde içtik. Sonra da uğurladık kendisini. 

Bir süredir, 'hanıma bi sorayım' hissiyatıyla yaşıyorum. Bu karşı tarafın sizi kısıtladığı ya da her yaptığınızdan haberdar olmak istediği anlamına gelmiyor. Sizin, hayatınızı paylaştığınız kişiye dair sorumlu olduğunuzu hissetmenizden kaynaklanıyor olmalı. Bir nevi hayatı ve ortak geçirilen zamanları paylaşma hali. 

Büyüyoruz, değişiyoruz. Tek tabanca değiliz artık...

Bunu alan bunu da aldı:

(bkz. konu komşu ne der)

(bkz. mütemadiyen iğrençleşerek: çocuklar duymasın)

 

3 Ocak 2009 Cumartesi

Binlerce dansöz var!

Efendim hepimizin malumu, Kürtçe yayın yapacak olan yeni devlet kanalımız TRT 6 (Şeş) yeni yıl itibariyle yayınına başladı. Derdim bu konu etrafında dönen siyasal tartışmaları buraya taşımak değil. Seçim yatırımı olduğunu ve kalıcı bir politika açılımını beraberinde getirmeyeceğini bilsem de ben bu girişimi özgürlüklerin genişlemesi ve Kürt sorununa yapıcı bir çözüm olarak destekliyorum. İsteyen elbette istediği gibi düşünmekte özgürdür, elbette başkalarını anlamaya çalışarak, yargılamadan ve vatan haini ilan etmeden. 

Bence TRT 6'nın açılmasıyla ilgili olarak en güzel yorum Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'dan geldi: “Geçmiş yıllarda bu talepleri dile getirdikleri için gereksiz acılar çeken Mehmet Uzun’u, Ahmet Kaya’yı, Ahmet Arif’i hüzünle hatırlıyorum. Haksızlıklar yaşadı bazı insanlar... Bunları da hüzünle hatırlıyorum. Bu girişim daha önceki yıllarda olsaydı, gereksiz bazı tartışmaları yaşamamış, bazı sancıları çekmemiş olurduk. Ama yanlışın neresinden dönülürse kardır”. 

Ahmet Arif'i erken gençliğimde tanıdım. Tek bir şiir kitabı bırakıp da bir memleketin ruhunu bu kadar güzel anlatmak... Mehmet Uzun'u tanımam üniversite zamanlarıma denk geldi. Ama aralarında en çok iz bırakan Ahmet Kaya oldu. Evimizde, arabada sıkça dinlenirdi Ahmet Kaya. Hatta ortaokul yıllarıma denk gelen 1998 tarihli 'Dosta Düşmana Karşı' (hayattayken çıkardığı son albümmüş) albümü vardır ki neredeyse ezbere bilirim bütün şarkıları. 

Sonra birşeyler oldu, Ahmet Kaya apansız yurdu terketti. Fransa'ya gitti dediler, 'vatan haini', 'bölücü' dediler. Hayal meyal hatırlıyorum yaşananları, pek de anlamlandıramadan. Ancak bir sahne var ki hiç aklımdan çıkmaz. 1999 yılı Magazin Gazetecileri Derneği'nin yemeğine katılan Ahmet Kaya'ya yapılan linç girişimi. Sonradan meseleyi biraz araştırınca, sonraki olayların fitilinin de bu gecede yakıldığı anlaşılıyor. Geceden çocuk aklımla belleğimde kalanlar: Ahmet Kaya'yı önce yuhlamaya başlayan bir kitle Ercan Saatçi, Ayna grubu üyeleri ve başka magazin ünlüleriyle alenen linçe yelteniyor. Mehmet Aslantuğ'un Ahmet Kaya'nın yanında yer aldığını ve onu korumaya çalıştığını hatırlıyorum. Gecenin devamında Serdar Ortaç'ın sahneye fırlayıp, 'bu vatan bizim' gibi bişiler zırvalayıp Onuncu Yıl Marşı'nı okumaya başlamasına tanık oluyorum. Kalabalık arasında Ahmet Kaya güçlükle salonu terkediyor. 

Toplumsal belleğimiz zayıf. Bu olayı anlattığım arkadaşlarımın çoğu -benzer yaşlarda olsak bile- olayı hatırlamıyor (olayları yeniden hatırlamak isteyenler için bu belgesel faydalı olabilir). Başka şeyleri de hatırlamıyoruz ne yazık ki. Mesela, o gece 'vatansever' kimliğiyle başrolde olan Serdar Ortaç'ın aynı yıllarda askerden kaçmak için her türlü yolu denediğini ve bu nedenle yargılanıp ceza aldığını. Herhalde kumar ve kokain partilerini askerde tertip etmek zor olacaktı, vatansever evlat!

Bu gecenin başrolüne soyunan isimlerden sadece Ahmet Kaya aramızda değil. Ercan güzel yere postu serdi: Kaptanın kızını düdüklüyor (bkz. Türk basınının amiral gemisi). Ayna grubunun bütün yeteneksizliğine ve sağdan soldan arak parçalarına rağmen on yıldan uzun süre ekranları işgal etmesi büyük başarı. Ve elbette Türk popunun taçsız prensi Serdar Ortaç... Abi ben sana hiçbir şey demiyorum. Sen zaten yıllar önce ilk albümündeki şarkınla kendini ve 'sanatçı duruşunu' ortaya koymuş yüce bir şahsiyetsin (bkz. ben adam olmam).

Sonra haberi geldi. Ahmet Kaya öldü dediler. Erken yaşta. Daha söyleyecek sözü varken. "Bize kir, bize pas bize tortusu kaldı; Dostlar tükenip düştüler; Yok olma telaşı kaldı". 

Bize Serdar kaldı. Binlerce dansöz var değil mi, Serdar?