6 Mart 2009 Cuma

a comparative study of two exiles: convergent paths, divergent outcomes

Mesleki deformasyon başa bela. Gün geçmiyor ki zihnimiz biraz daha kirlenmesin. Dünya algımız filtrelenmesin. Ama kaçış yok bundan. Uzak atalarımız tarım toplumuna geçip artıdeğer ürettiğinden ve 18.yy filozofu Adam Smith iş bölümünden bahsettiğinden beri farklı mesleklerimiz var ve bunun ne anlama geldiğini biliyoruz. 

Henüz bir mesleğim yok. Avrupa'da kumpir zinciri kurma hayallerim suya düştüğünden beri uğraşı olarak akademisyenliği, disiplin olarak da siyaset bilimi seçmiş durumdayım. Geleceğimle ilgili karamsarlığa düştüğüm şu günlerde de dürümcü açma konusunda şeytan beni dürtmüyor değil. Hatta, bir iki saat önce ev arkadaşım Sarper'le konuştuk bu konuyu. Hisarüstü'nde düzgün dürümcü yok. Açan köşeyi dönecek valla. Bu ayrı bir konu, uzatmayalım.

Bilenler bilir, bizim siyaset bilim disiplini içerisinde çeşitli alt alanlar vardır: Uluslararası ilişkiler, siyasal teori/felsefe gibi. Bu alanlardan biri de karşılaştırmalı siyasettir ki şu kulunuzun ilgisini çeken alan da budur şu dünyada. Bu karşılaştırmalı siyaset denen nanenin özü aslında çok basittir. Sürekli birşeyleri karşılaştırır ve ortaklıkları tespit ederken, farklılıkları da yakalamaya çalışırsınız. Karşılaştırdığınız şeyler ülkelerin siyasal ve ekonomik yapıları olduğu gibi, aynı ülke içerisindeki farklı tarihsel süreçleri de karşılaştırabilirsiniz. Elbette daha mikro düzeyde karşılaştırmalar da mümkündür.

Karşılaştırmalı siyasetin özü ve adı içerikten çok belirli bir metodolojiden gelir. Yine basit görünse de işin netameli kısmı budur. Neyi, niçin ve nasıl karşılaştırdığınızı bilmeli ve bunu mantıklı gerekçelerle savunabilmelisiniz. Kısacası, karşılaştırıken, elmalarla armutları karıştırmamak gerekir- gavurlar elmalarla portakal benzetmesini tercih ediyor. 

Uğraştığımız şeyler ister istemez gündelik hayata bakışımızı da şekillendiriyor ve sistematize ediyor. Bütün gün zihni bu şekilde çalışan insan muhtemelen daha önce yaşamış olduğu yerleri, sevgililerini, arkadaşlıklarını da karşılaştırıp duruyor. Hayatın içinde de zaman ve mekan öğeleri olduğuna göre bu karşılaştırmayı içinde bulunduğu bağlamdan koparak yapmanız da mümkün değil zaten. Bu da, bende, gündelik hayatın da mesleğimizi icra ederken kullandığımız metodolojik araçlarla daha anlaşılabilir kılınacağı hissiyatını uyandırıyor. 

Aslında, mesleki anlamda yapılan da biraz kitap karıştırıp, bu başlıkta olduğu gibi şekilli bi isimle sunmak: A comparative study of two exiles: convergent paths, divergent outcomes. 

Birkaç ay önce Ahmet Kaya'yla ilgili bir yazı yazmıştım. Benim en çok beğendiğim yazılarımdan biri oldu. Sağolsun, beğenip yorumlarını benimle paylaşan dostlarım da oldu. Bu ne zamandır beni üzen bir konuydu ve paylaşmış olmanın sevincini yaşadım.

Birkaç gün önce Yusuf Hayaloğlu'nun ölmesiyle konu yeniden gündeme geldi ve biraz da reyting kaygısıyla medyamız günah çıkardı. Samimiyeti kuşku götürse de Ahmet Kaya için bi iade-i itibar vesilesi oldu. 

Medyamızın -bir kısım medya demek geldi içimden- gündemini sadece bu konu işgal etmedi bugün. Bir grup gazeteci Pennsylvania eyaletinde 'Fethullah Gülen Hoca hazretleri'ni ziyaret etmişler ve yaşadıklarını köşelerine taşımışlar. 

Örneğin, 'hepimizin gazetesi' Sabah'daki köşesinde Mahmut Övür şöyle buyurmuşlar. Bazı önemli cümlelerle aktarıyorum (ilgilenenler şu linkten yazıyı okuyabilir : http://www.sabah.com.tr/2009/03/05/haber,C176A4E318FD4B67B4E4CD84D5F53BCE.html )

-"Çünkü Fethullah Gülen orada adeta bir sürgün hayatı yaşıyor."

-"...Türkiyeli bir kanaat önderinin, bir sivil toplum liderinin veya küçümsenerek söylenen  'Taşralı Bir İmam' ın ne derseniz deyin, sürgün hayatına mahkûm edildiği 'kamp' tayız."

-"Tam içeri girecekken güvenlik nedeniyle cep telefonlarımız alınıyor."

Yazıdaki diğer detaylardan da anlıyoruz ki, Fethullah Gülen çok iyi korunan, bir korunun içine yerleşmiş olan birkaç villadan oluşan bir yapının içerisinde muhtemelen CIA ajanları tarafından korunurken, dünyanın en 'acımasız sürgün'ünü yaşıyor. Neyseki, onu ziyarete gelen sevenlerinin Fethullah Hoca'nın vatan hasretini bir nebze giderdiğini öğreniyoruz ki yüreğimizin ferahlıyor. 

Nedense yazıda, Fethullah Gülen hakkındaki arama kararının kaldırılmasına rağmen Fethullah Gülen'in Türkiye'ye dönmemesinden; tam aksine Amerika'da kalıcı ikamet için Green Card'a başvurduğundan bahsedilmiyor. Önce red cevabı alan Gülen'in, Pennsylvania Eyalet Mahkemesi'ne başvurduğunu ve bu başvurusunda eski CIA ajanlarıyla bazı rum papazlarını kendisine referans gösterdiğinden de hiç bahsedilmemiş. Mahkemenin hangi gerekçeyle Gülen'in Amerika'da kalması gerektiği de atlanan konulardan biri. Bilindiği gibi Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği gerekçesiyle Gülen'in kalmasının faydalı olacağı görüşü mahkemece öne sürülmüştü. Tabii bu fayda dinler arası diyalog falan filan -yersen. Ekşi Sözlük yazarı 'sapartacusun donusu' ince işçilik yapmış ve mahkeme kararına ulaşmış. İsteyenler buradan okuyabilir: http://www.paed.uscourts.gov/documents/opinions/08d0811p.pdf

Ahmet Kaya'nın sürgün ediliş öyküsünü kendi çocuk gözümle önceki yazımda anlatmıştım. Fethullah Gülen hikayesi de birçoğumuz için malum. Gelin şu iki vakayı karşılaştıralım (bkz. Ertuğrul Özkök). 

Benzerlikler: ikisi de öyle veya böyle sürgün edildi; ikisi de 1980 sonrası Türkiyesi'nde varoldular ve farklı da olsa işlevseldiler. 

Tam bu nokta, temel farklılıklarının başlangıcı oluşturuyor. Solun pasifize edildiği 80 sonrasında ordu/devlet eliyle İslam ve İslamcılık palazlanırken, bu süreçte kurumsal ve ideolojik olarak ön plana çıkan Gülen cemaati oldu. Ekonomik ve siyasal olarak güçlendiler.Fethullah Gülen, Türkiye'de yükselen siyasal İslam'ın geri planda kalan ama etkili olan sivil yüzünü temsil etti.

Ahmet Kaya ve sözcülüğünü yaptığı sol ise gençliklerinin bir dönemini hapishanelerde işkencelerden geçerek çürüttüler. Hapisten çıktıklarında da ya 'tutunamadılar' ya da sağa sola savruldular. Ahmet Kaya, bu insafsızlığa, hayal kırıklığına ve umutsuzluğa savrulmuş bir küfürdü. Güzel bir küfür. Sonuç olarak Kaya da, Gülen gibi, sembol bir isimdi. 

Bu noktadan yola çıkarak diğer farklılıkları sayalım:

1.Kaya 42 yaşında üzüntüden öldü. Gülen'in maşallahı var.

2. Gülen'in CIA tarafından korunduğu söyleniyor ve bilmemne dergileri tarafından yüzyılın en önemli kanaat önderlerinden biri olarak lanse ediliyor. Hatta, devletin çeşitli kademelerinde etkili olduğu ve istihbarat sağladığını bilmeyen yok gibi. Ahmet Kaya bildiğim kadarıyla kimse tarafından korunmadı ve kalplerimizden başka biryere de sızmaya çalıştığı görülmedi.

3. Kaya, ülkenin bütünlüğünü savundu ve Atatürk'ün bağımsızlık mücadelesine duyduğu saygıyı defalarca dile getirdi. Savunduğu 'Kürt realitesi'nin kabul edilmesi konusunda geldiğimiz noktayı ve ona yapılanları düşünüp utanmamız gerekiyor. Gülen'in bu ülkeyle ilgili ne düşündüğünü bilmiyorum ama Amerika'nın ipiyle kuyuya inenlerden pek hayır gelmediğini birçok üçüncü dünya örneğinde gördük. 

4. Gülen'i sürekli ağlarken gördük. Ahmet Kaya ağlamadı. Gözleri dolsa da hayata küfrünü savurdu ve gitti. 

Bazıları mazlum edebiyatını çok iyi yapıyor. Sanırım 'firavun' metaforuyla şekillenmiş zihin dünyalarında İslamcılar hepimizden daha iyi oynuyor mazlum rolünü. 

Conclusion kısmını es geçerek bitirelim bu karşılaştırmalı çalışmayı. Birkaç da soru soralım: Kim daha çok zulüm gördü bu ülkede? Hangimiz Ateist, homoseksüel, vicdani redçi olduğumuzu İslamcı ya da dindar olduğumuzu söyleyebildiğimiz kadar rahat söyledik? Kalabalıklar ve siyasal otorite hangimizin yanında oldu? Hangi grup katliamlara ve linçlere maruz kaldı?...

4 yorum:

Adsız dedi ki...

Güzel bir özet olmuş, çok beğendim.

cevvar dedi ki...

merhaba emrecim
guzel bir karsilastirma yapmissin. ben de bir kac satir eklersem fena olmaz diye dusundum. en onemlisini en basta soylemek bize ters ama konjonktur politike uygun bir harekettir. bahsettigin kusaginin islamcilari su anda ulkeye hakim durumda dogru ve pek de cile cekmediler. o kusagin solculari ise evet sindiler sindirildiler ama daha da onemlisi su anda saraptan anlayan benzilik sahibi, nazimin butun kitaplarini okumus reklamci oldular. tabi sartlarin onlari boyle olmaya zorladigi da dogru. kimseyi kendisini bir davaya adamadigi icin yerme hakkimiz yok.

bir de malesef icimi ve vicdanimi acitan gerceklerden biri de bu ulkenin bayragini adini bile bilmedigimiz ulkelerde dalgalandiracak, sonra bu ulkelerden yetisen genclerle turkce olimpiyatlari duzenleyecek kararlilik, dirayet ve cap (ki bunun sebeplerini arastirmak icin bile yuzlerde doktora tezi gerekir) bu sikeyet ettigimiz insanlarda cikti. her ne kadar bunlari gunahim kadar sevmesem de bu insana duyulan sevgiyi ve saygiyi yadsiyarak bir seyleri anlamaya calismak cok yanlis olur.

seninle bu mevzulari daha ayritili olarak konusmak dilegiyle
(not: son ekledigim yazimi oku, cimbom nasil kurtulur merkezli)

emre dedi ki...

ilkercim,

görüşlerimin köşeli olmadığını, yeri geldiğinde en çok kendimi eleştirdiğimi beni en iyi tanıyanlardan biri olarak iyi bilirsin.

bu yazıyı yazarak ne o dönemde solculuk 'oynamış' herkesi aklamaya çalıştım, ne de gerçekten inanan insanların da bu ülkenin baskıcı rejiminde sıkıntı çektiklerini yadsıyorum.

benim sinirimi bozan artık bu islamcı tayfanın (adına ne dersek diyelim) iktadarın her türlü olanağına sahip olarak mazlumdan zulmeden konumuna geçmesi.daha da kötüsü, biz mazlumuz diye ağlamaya devam etmesi.

zaten mesela islam falan da değil. sınıf meselesi, gemicik meselesi...

hele sen bi gel de daha derin derin konuşuruz.

cevvar dedi ki...

oyle deme ama gemi var gemicik var ;)