17 Kasım 2008 Pazartesi

son bir ay

Son yazımı yazalı bir aydan fazla olmuş. Benim için kaotik geçen ama sonunda düze çıktığım bir ay. Belki de verdiğim emeğin karşılığını üç sevindirici haberle aldığım bir ay. Şimdi ise maratonun nefes kesmeden geçilmesi gereken 'başvuru' bölümü başlıyor. Önceden idmanlıysanız son dönemece sizi önde sokacak bir bölüm. Bakalım, bekleyip göreceğiz.

Daha fazla yazabilmek umuduyla...

15 Ekim 2008 Çarşamba

ebru

Henüz 'ebru'yla ilgili bilgim 'ben dün ebru yaptım' düzeyinde olduğu için bu yazıdan çok fazla birşey beklememek gerekiyor. Bu arada Ebru da bu adamın 'hayatına giremeyen' başka bir kızın adı mı diye düşünen -ki ilk cümleden sonra hala bunu düşünüyorsa ciddi sorunları var demektir- kişilerin de hevesini kursağında bırakacağım. Bir bezeme sanatı olan 'ebru'dan bahsediyorum.

Koç'taki ilan panosuna asılan ilanlar genelde ilgimi çekmez. Çoğunlukla kariyer planları, MBA toplantıları, tekno müzik partileri gibi şeyler olur. Ebru Kulübü'nün ilanı ise tanıtım toplantısı için beni kulüp odasına kadar sürükledi. Kısa bir bilgilendirme toplantısının hemen ardından ilk ebru deneyimimi de yaşamış oldum. Hiç de fena sayılmazdı. Belki büyülenmedim ama çok hoşuma gitti.

Ebru'nun kendine has ilginç terimleri varmış: tekne, kitre, biz, sergen gibi. Benim öğrenebildiklerim şimdi bunlar. Ebru'yla ilgili şeyleri öğrendikçe paylaşmayı düşünüyorum.

Bir de farkettim ki inanılmaz kafa açıcı bir aktivite. Ebru yaparken aklıma çok hoşuma giden bir statement of purpose (sop) girişi geldi.

Kısacası ben sevdim. Tek kusuru kalabalık gruplarda zaman kaybının çok olması. Umarım yarım bırakmam.

14 Ekim 2008 Salı

güzel günler

Bu memlekette güzel birşey olmayacak mı sorusunu defalarca sormuşuzdur kendimize. Sanırım 2006 yılından beri de gerginleşen siyasal ortam -cumhurbaşkanlığı seçim süreci, seçimler, terörün yeniden tırmanması, ekonomik kriz vs.- da bu halet-i ruhiyemize tuz biber ekiyor. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda ulusal takımın -bkz. cumhuriyet okurum demenin alternatif yolları- başarısı dışında toplumca sevindiğimiz çok az olay vardır herhalde.

Şahsım adına Hakkari'den -bedensel bir özrü bulunması rağmen- ÖSS'de derece yapan çocuk haberi bende ufak bir tebessüm yaratmıştı. Benzer bir duyguyu bu haberi okurken de hissettim. Ara sıra güzel şeyler oluyor, kıymetini bilmek lazım ve de biraz safça umut etmek.

Güzel günler göreceğiz çocuklar, güzel günler.  

12 Ekim 2008 Pazar

Filmekimi Isarıtah

Bu seneki Filmekimi biraz güme gitti. Her sene bizi motive eden kişi Sarper olurdu, çoğunlukla biletleri almak için çaba sarfeden de. Bu sene onun çalışmaya başlaması ve biletlerin satışa çıktığı günün perşembe olması bizi zorla da olsa Biletix'e mahkum etti. Biletix'e bir sürü para bayılmamızın yanında istediğimiz filmlerin birçoğuna da bilet bulamadık. Ben üç filme bilet aldım.

Cuma saat 13.30, konferanstan çıktıktan sonra, 'Standard Operating Procedure' adlı belgesel filme tek başıma gittim. Son zamanlarda belgesel formatı biraz sıkıcı gelmeye başlasa da konu ilgimi çekmişti. Amerikalı işgal kuvvetlerinin Ebu Garip hapishanesindeki taciz ve işkencelerini konu alan bu belgesel doğrudan bu fiili işlemiş ve ceza almış askeri personelle yapılan görüşmelerden ve onların çektiği fotoğraflardan oluşuyordu. Vahşet ve insalık dışı muamaleyi anlatmayacağım, eminim hepinizin fikri vardır. Asıl iletilmeye çalışılan mesaj aslında yapılan birçok eylemin SOP (standard operating procedure) olması yani bu alt düzey askeri görevlilerin bunu emir dahilinde yapması ya da en azından buna göz yumulmasıydı. Elbette, bu soruşturmadan sonra ceza alan en üst düzeyli subayın teğmen olması da size her zaman her yerde işlerin nasıl yürüdüğünü bir kez daha hatırlatacaktır. Film biraz uzun olmasının dışında güzeldi.

Gece 12'de ise merakla beklediğim Woody Allen'ın son filmi 'Vicky Christina Barcelona'yı izleme fırsatı buldum. Belki en iyi WA filmi değildi ama son derece eğlenceli ve her zamanki WA tarzıyla kadın-erkek ilişkilerini sorguluyordu -bu sefer Manhattan sınırlarının dışına çıkarak. Filmden sonra filmi beğenmeyen Sarper'le Bambi'de birşeyler tıkınırken filmdeki teknik hataları konuştuk. Daha doğrusu o anlattı ben de dinledim. İzlerken pek de teknik konulara dikkat etmemiştim, pişman olduğumu söyleyemeyeceğim.

Masallardaki gibi uyudum uyandım ve festivaldeki son filmimi izlemek üzere 10.27'de evden çıktım. Cumartesi sabahı sokaklar sessizdi ama otobüs beklememe fırsat vermeden geliverdi. Festivale gittikleri her hallerinden belli olan bir çiftin ön koltuğuna oturdum. Biraz sonra arkadaki kız derin bir naftalin kokusunu farkettiğini belirtti. Yanındaki arkadaşı kendinden gelmiş olabileceğini belirterek ceplerini yoklarını. Yanılıyordu, koku buram buram benden geliyordu. Kışlıkları yeni çıkaran annemin montumu havalandırmasına ya da yıkamasına izin vermeden üzerine geçiriveren benden. Dün akşam Sarper de bu durumdan huysuz bir şekilde şikayetlenip durmuştu zaten.

Otobüs hızlıca yol alırken ben de erken gittiğimde nerede beklesem diye düşünüyordum, düşünmez olaydım. Çırağan'ı geçip Beşiktaş'a yaklaştığımızda anlamsız bir trafikle karşılaştık. Polis yolu kesmişti ve bir adım bile ilerleyemiyorduk. Bu sırada Sarper'den mesaj geldi, trafik ilerlemiyordu, o da Zincilikuyu tarafında kalmıştı.

Ben Taksim'e geldiğimde saat 11'di, sinemaya vardığımda ise 5 dakika geçmişti ama hala şansım vardı- elbette biletlerim yanımda olsaydı. Hem benden daha dikkatli hem de çantası olduğu için dün gece biletleri Sarper'e vermiştim. Sarper geldiğinde saat 11'i 20 geçiyordu. Arada geçen 15 dakika ise bir hayli hareketli geçmişti. Elbette o beklenmedik trafikte geç kalan sadece bizler değil onlarca kişiydi ve bilet alıp yollara düştükleri 'Zamanın Külleri'ni görmek istiyorlardı. Kavga, bağırış, çağırışlar arasında benim en çok dikkatimi çeken kendinden bir 30 santim ve 40 kilo fazla olan görevliyi iterek filme giren bir kadın oldu. Bu sanat aşkıyla bu memleketin sırtı yere gelmez dedim.

Filmekimi benim için cumartesi sabahın o saatinde son bulmuş oldu. Sanatsever festival seyircisine göz kırparak selam edelim buradan.

imza atmak zor iş azizim

Cuma günü hayatımda ilk defa birisi benden imza istedi. Elbette resmi bir belge için değil, kendi yazdığım bir eser için.

Cuma sabahı TÜSİAD-Koç Ekonomik Forum'un Marmara Otel'de düzenlediği 'Küresel Kapitalizmin Geleceği ve Türkiye' adlı konferansa dinleyici olarak katıldım. Konuşmacılardan birisi de asistanı olduğum ve birlikte çalıştığımız Ziya Hoca idi. Hem son zamanlarda konu üzerinde çalışmam hem de Ziya Hoca'nın konuşmasını birlikte hazırlamamız nedeniyle olayın bir hayli içerisindeydim. Dahası, Ziya Hoca ile birlikte yazdığımız ve birkaç hafta içerisinde yayınlanacak makalemiz de bu konuyla örtüşüyordu ve konferansta dinleyicilere dağıtıldı.

Dağıtılan bu makaleden anı olması için bir tane de ben aldım. Dağıtılan diğer makale ve materyallerle beraber elimde tutarak dinledim konuşmaları. Yanımda oturan kişi -yaşı itibariyle amcayla dede arasıydı- bu makalelerden kalmadığından yakındı. Ben de kendisine verebileceğimi söyleyerek makaleyi uzattım. Teşekkür etti ama benim okuyup okumadığımı sordu. Ben de 'ben yazdım zaten' diyerek cevap verdim (bkz. karizmatik cevaplar). Şaşkınlıkla karışık bir hoşuna gitme ifadesi belirdi adamın yüzünde. Makaleyi bir şartla alacaktı, imzalamam gerekiyordu. Önce yazılarını imzalayacak kadar önemli biri olmadığımı söylesem de adamın bu teklifini geri çevirmek kabalık olacaktı. İlk sayfanın üzerine özensiz bir imza bıraktım.

Bu imzayı düşündüğümde içimi burkan bir acemilik yüzüme çarpıyor. Herhangi bir kağıdı imzalar gibi imzalamıştım. Sevgilerle ya da adamın adını yazmak icap ediyordu galiba. Neyse tecrübe kazanmış biri olarak bir dahaki imzamı daha dikkatli atacağım, umarım.

yok be babacan!

Yazacaklarım birikti uzun süredir. Bir bakıma da sevindirici tabii bu gelişme, üzerimdeki atalet duygusunu atıp çalışmalara dönme bakımından.

En son yazımı yazdığım salı günü itibariyle üzerimdeki sıkıntıyı hala atamamıştım. Akşam saat 9 gibi karnımın acıktığını farkettim. Ne birşeyler hazırlayacak enerjim ve malzemem vardı ne de siparişle gelebilecek yemeklere karşı iştahım. Dışarıda soğuk ve keskin bir hava olmasına rağmen arabaya atlayıp Sarıyer'e indim. Niyetim Özcan Baba'dan ekmek arası karşık ızgara alıp sahilde bira eşliğinde tıkınmaktı. Arabayı Özcan Baba'nın biraz ilerisine park ettikten sonra yürümeye başladım. Cadde üzerindeki balıkçı dikkatimi çekti. Epeydir yememiştim. Yaklaşık yarım kilo balık yedikten sonra 8 lira ödeyip çıktım -ki hem balıklar inanılmaz lezzetliydi hem de babacan balıkçı amca ben bitirdikçe getiriyordu. Mekanlarda standardizasyon konusunda takıntınız yoksa -ekmeğin arasındaki köftenin 97, 96 ya da 98 değil, gram olması gibi bu tarz mekanları seversiniz. Elbette önceki hafta Özcan Baba'da yaşadığım gibi benim köftelerimden bir tanesini yoldan geçen arkadaşına vermesi gibi talihsiz durumlar da yaşayabiliyorsunuz. Neyse efendim, hayat da böyle bazen kazanıyor bazen kaybediyorsunuz gibi yüzeysel bir yorumla konuyu kapatalım.

Karnımda inanılmaz bir ağırlıkla sahile doğru yollandım. Araba gözümün öznünde dursun diye de Carrefour'un otoparkına çektim. Duvara iyice yaklaşarak arabayı park ettiğim anda bir 'şarapcının' duvarın dibine atılmış bira şişelerini toplamaya çalıştığını, benim duvara fazla yaklaşmam nedeniyle de aradan geçemediğini farkettim. 'Baba seni de rahatsız ettik diyerek' arabayı bir iki gıdım geriye aldım. Amca da bütün sevimliliğiyle seslendi: 'yok be babacan, ben geçerim' diye. Sonra para istedi. Elime cebime atıp birşeyler verdim. Laflayarak yürümeye başladık. 50-55 yaşlarında Sarıyer'in yerlisi olduğu belli olan hayata tutunamamış biriydi. Sahil kasabasında -ki Sarıyer inadına kasaba olmaya devam etmektedir- yetişmiş bir insanın bütün karakteristik özelliklerini taşıyordu- ki bu İstanbul'da olsa bile sahil semtlerinde büyüme halini hem kendi gençlik deneyimlerimden hem de babamın balıkçı arkadaşlarından biliyorum, bir ara anlatmak isterim. Saçı sakalı birbirine karışmıştı ama üstü başı kirli değildi. Yürüyerek lafladık. SSK maaşını alamadığını anlattı durdu. Ablası primlerini yatırmış ve emekliliği hak etmişti ama hala maaşı bağlanmamıştı. Fındıklı'ya mı yoksa Zeyrek'e mi gitmesi gerekiyordu. Yardımcı olamadığım için üzüldüm. Ben bira almak için o da topladığı şişeleri teslim etmek için Tekel bayiinin önüne kadar yürüdük. Ona da bir bira alıp sohbete devam etmek aklımdan geçti ama tadında bırakmakta fayda vardı -küçük burjuva ortayolculuğumu sorgulayarak banklara doğru yürüdüm.

En sevdiğim banka oturarak demlenmeye başladım -farkediyorum ki hayatta insanın neyi sevdiğini bilmesi büyük fazilet, yaşım ilerledikçe buna daha çok önem vermeye başladım, hayatı anlamak bilmek diye birşey yok galiba, kendini bilmek ve de sevdiğin şeyleri bilmek var. Yanımdaki bankta benim yaşlarımda -belki biraz daha büyük- iki muzip genç laflıyorlardı. Arada bana da laf attıkları için muhabbetlerine dahil oldum.

Sarıyer'in dinginliği bir kez daha içimi açtı. Seviyordum burasını. Bana yaşattığı birçok güzellik gibi 'babacan' lakabını takmıştı. Hoşuma gitti doğrusu.

Havanın soğukluğu rahatsızlık verici noktaya gelince kalktım. Eve dönmek gerekti...

7 Ekim 2008 Salı

bunalım tripleri

Sıkıldım galiba bu aralar. Kendimden, yaptıklarımdan, insanlardan... Ara ara gelir bana böyle. Belki de mevsim geçişiyle ilgili, bilemiyorum. Uzunca bir süredir bir türlü kafamı toparlayamıyorum. Neleri yapmam gerektiğini biliyorum, başlayamıyorum. Yaptığım işler içerisinde en çok dikkatimi verdiğim şeylerin blogda yazdığım yazılar olması tasadüf olmasa gerek. 

Bu durum iki haftadır sürüyor. Gittikçe de can sıkıcı bir hal almaya başladı. Hayır, beni sıkan işi gücü bitirememek değil. Kendim için kitap okusam, film izlesem, çıkıp dolaşsam yine üzülmeyeceğim ama vaktimi boşa geçiriyorum. Üzerimde anlamsız bir uyuşukluk var.

Epeydir üzerinde çalıştığım neredeyse tek konu Amerika'daki finansal kriz. Ziya Hoca'yla birlikte krizin boyutlarını ve Türkiye'ye olası etkilerini anlamaya çalışıyoruz. Bütün diğer işler dururken neden bu konuya çok asıldığımı anlayamıyorum ama galiba bilinçaltımda Amerika'nın krize girmesinden marazi bir keyif aldığım söylenebilir. Şaka bir yana bu krizin hem Türkiye'ye yansımaları hem de benim Amerika planlarım için öldürücü olabileceğini hatırlayan beynim bir silkelenip kendine gelme hali yaşadıktan sonra uyuşuk temposuna geri dönüyor.  

Yaptığım işler -daha da genelde herşey- o kadar anlamsız gelmeye başladı ki hayatla ilgili planlarımı bile sorgular hale geldim. Akademi dışında iş bulup çalışsam ne oluru bile düşünmeye başladım ki ben kendi yakın çevremde gördüğüm en 'akademik' insan olduğumu düşünmüşümdür hep -iş hayatını kesinlikle düşünmeyip doktora yapmayı isteme babında. Sanırım bu biraz da Amerika'nın 100 bin nüfuslu şehirlerinde doktora yaparken bir yandan tempodan bunalan bir yandan da yalnızlık ve depresyon emareleri gösteren arkadaşlarımla konuştuğumda ya da onların yazdıklarını okuduğumda daha da belirginleşiyor. Tabii bunun yanında rahatını pek de bozmadan iyi bir maaşla çalışma alternatifini eklemek gerek. Bütün bunlardan öte, insan yaşı ilerledikçe ve deneyim kazandıkça, akademinin de kafasında idealize ettiği kadar iyi bir iş ortamı olmadığını daha net görmeye başlıyor. 

Bütün bunları düşünürken kendime gelmek için telkinlerde bulunuyorum. Hayatta en çok zevk aldığım şeylerden birinin ders anlatmak olduğunu, kendinden yaşça küçük ve dinamik insanlarla birarada olmanın insanı diri tutacağını ve esnek çalışma modelinin faydalarını düşünmeye çalışıyorum. 

Kaygılarımı paylaştığım arkadaşlarım bunun geçici olduğunu ve hemen herkesin benzer kaygıları yaşadığını söylüyor- yine de benim de böyle kaygılar yaşamama şaşırdıklarını belirterek.

Umarım çabuk atlatırım bu sevimsiz durumu. Önerilere açık olduğumu belirterek sonladırayım bu yazıyı. 

4 Ekim 2008 Cumartesi

hayatıma giremeyen kadınlar (bölüm 2)

Bir türlü başına oturup da devamını getiremedim. Biraz iş-güç biraz da çekindim galiba. İlk yazıda bahsettiğim üç 'kadın' ya hayatımda yoklar, ya da öylece duruyorlar bir yerlerde. Oysaki ikinci bölüme sakladığım üç kadın hala arkadaşlığımı sürdürdüğüm, en azından feysbuk'ta bağlantım olan insanlar. Madem siz istediniz -ki bu yazının neden devamını yazmadığımı ya da ne zaman yazacağımı soran insanlar oldu- yazıyorum. Ama psikopat sevgililerle falan uğraşacak yaşları çoktan geçmiş olduğumu düşünerek izninizle sadece adlarının baş harfleriyle hitap edeceğim onlara. 

İlkokulu Ankara'da bitirdiğim yaz İstanbul'a taşındık. Benim de kaydım evimize yakın olan Nişantaşı Anadolu Lisesi'ne yapıldı. İlk zamanlar çok bocaladığımı, İstanbul'a pek de ısınamadığımı bugünden bakınca daha net görüyorum. İllaki görüp etkilendiğim kişiler olmuştur ama geceler boyu uykularımı kaçıran platonik aşkım ortaokul yıllarında tanıştığım Z idi. Aynı servisle gidip geliyorduk. Yakın arkadaş olmuştuk, servis yolculuğu boyunca epey gülüp eğlenirdik. Eve gidince işin acılı kısmı başlıyordu ama. O kadar kaptırmıştım ki kendimi geceleri uyuyamıyor, derslerimi umursamıyor -örneğin matematikten 100 üzerinden 9 alacak kadar- ve genel olarak depresif takılıyordum. Sürekli okumanın ve edebiyatla uğraşmanın verdiği duygusallıkla ilk aşk şiirimi bile yazmıştım -ilk şiirim ilkokulda ödev amaçlı yazlığım bir şiirdi, sanırım çam ormanlarıyla ilgiliydi. Hatırladığım kadarıyla sürekli tekrarlanan kısmı şöyleydi: 'sarı sarı botları geliyor gözlerimin önüne; ışıl ışıldılar; karanlıkta parlıyorlardı..." Bu dizeler intihar eden bir adamın gözlerinin önüne gelen imgeleri anlatıyordu. Tabii bugünden bakınca sarı 'Caterpillar' botların 90'lar gençliğini anlatmasına mı sevineyim yoksa işi bu kadar abartıp depresif şiirler yazmama mı üzeleyim tam kestiremiyorum. 

Aşkıma karşılık alamadığım için Z de hayatıma giremeyen kadınlar listesine esastan dahil oldu. Ama bu sefer en azından açılmayı başarmıştım, telefonda olsa bile. Sonra unutuldu, hayat devam etti. Yıllar sonra -yaklaşık 8 yıl- Z'yi bizim okulun Lale gününde gördüm-neden bizim okulun pilav ya da talaş böreği günü olmadığını hep merak etmişimdir, sanırım cimriliklerinden, nasıl olsa lale yenilebilir birşey değil. Z'yi Lale gününde görmem elbette ilginç değildi ama ilginç olan çocukluk arkadaşım ve iki yan apartmanımızda oturan C-ki kendisi başka okuldandır- ile birlikte olduklarını farketmem oldu. Bu durum beni baya sevindirdi aslında. C'yi de Z'yi de severdim. Zaten sonrasında biryerlere gidip lafladık, eski günlerden konuştuk. C ve Z uzun süre çıktılar. Ben evleneceklerini düşünüyordum. Hatta C ile ne zaman karşılaşsak Z'ye selam gönderirdim. Yalnız son karşılaşmamızda -ki yine selam gönderdim- sanırım selamım yerine ulaşmadı. Feysbuk sağolsun C ve Z'nin ayrılık haberi bize de ulaştı hatta Z'nin yeni erkek arkadaşıyla boy boy resimleri sürekli anasayfamda belirir. Kendi adıma değil -banane ya- ama C adına üzülür dururum. 

Sağolsun bizim servis Kibele gibi bereketli olduğu için bana ortaokul/lise yıllarımın ikinci aşkını da bahşetti. Öncekine benzer şekilde bol bol eğleniyorduk servis yolculuğumuz boyunca. D benden bir devre küçüktü. Sevimliydi, güzeldi ve akıllıydı. Hala öyle -bu iki kelimelik cümle bana pahalıya patlayacak ama yazmadan edemedim. Sanırım önceki aşkın tecrübesiyle o kadar da depresif yaşamadım bu aşkı ve yine sanırım karşılık da aldım ama talihsizlik işte ya da daha doğrusu benim mallığım. İzin verin anlatayım.

Servisle eve döndüğümüz sıradan günlerden biriydi. D anneannesine uğramak için Ortaköy'de benimle inmişti. Kendisi Bebek'te oturur, ara ara anneannesine de gittiği oluyordu. Soğuk ve hafif yağmurlu bir günde beraber Ortaköy'de indik. Hemen evlerimize gitmek yerine sahile gitmeyi tercih etmiş olmalıyız. Banklardan birine aramıza fiziksel bir mesafe koymaya dikkat ederek oturduk. Biraz önce deli gibi geyik yaptığımız halde konuşacak pek birşey bulamamıştık. D resimle ilgileniyordu. Defterini çıkardı ve elimi çizmeye başladı. Ben de D için şiir yazmaya başladım. Bugünden bakınca romantik mi yoksa absürd bir sahne mi olduğuna karar veremiyorum bir türlü. İkimiz de birşeyler karaladıktan sonra bir şarapçı yanımıza yaklaştı. Adını hiç unutmuyorum- Yücel. Sanırım 'Y' blogumu okuyup peşime düşmez- paranoyanın bu kadarı. Yücel yanımıza gelip birşeyler geveledi. Bir ara defteri elimizden alıp 'en büyük Atatürk' yazdı sonra da bize nasihat etti: 'siz böyle geziyorsunuz ama yaşınız küçük" gibilerinden. İkimizin de yüzünün kızardığını ve saf bir şekilde 'öyle' olmadığımızı anlatmaya çalıştığımızı hatırlıyorum. Utanmıştık, belki de ikimizin de söyleyemediğini adam pat diye söyleyivermişti. 

Yücel yanımızdan uzaklaştı. Biz sessiz kalmaya devam ettik. Ben sessiz kalmaya devam ettim ve ayaklarım üşüyordu. Havaya pek de bakmadan ince giyinmiş bir de botlarım yerine daha yazlık bir ayakkabı tercih etmiştim. Bildiğin üşüyordum. Söylemedim, hiçbir şey söylemedim. Anneannesinin evine giden sokağa kadar birlikte yürüdük. Yol ayrımına geldiğimizde de son şansımı kaçırmıştım. 

Belki de yanılıyorum ama ben karşılıklı birşeyler olduğunu düşündüm ve biraz da salak olduğumu. D'yi uzun süredir görmedim. Feysbuk'tan öğrendiğime göre kendinden yaşça büyük biriyle beraber, mutlu görünüyorlar. Aslında önceki yaz gördüm onu. Otobüste bir aylık sakalım ve birbirine girmiş uzun saçlarımla karşısına çıkmak istemedim. Bu halim bana Ekşi Sözlük'te peder zickler'in 'bim'de eski sevgiliyle karşılaşmak' başlıklı mükemmel entry'sini hatırlattı-size de okumanızı tavsiye ederim. D ise güzeldi, baya güzeldi. Hayatıma girse daha mutlu bir adam olur muydum bilmiyorum ama farklı olacağım kesin.

Hayatımda karşılaştığım tek yol ayrımı D'nin anneannesi ile bizim evi ayıran yol ayrımı değildi elbet. D de unutulmuştu. Zaten D ortaokuldan sonra Alman Lisesi'ne gitmişti-gözden ırak gönülden ırak. Lise 2'de dersanenin de başlamasıyla yeni bir sosyal çevreye girdim. Dersanaede dikkatimi çeken ve yakınlaştığım kişi A idi. Kendisiyle sadece birgün aynı sınıfta bulunmuş ama arkadaşlığımızı sürdürmüştük -bu olay da benim TM'ci olup fen sınıfında okumak istememden kaynaklandı. Zamanla arkadaşlığımız ve benim platonik aşkım ilerledi. Arkadaşlığımız o kadar ilerlemişti ki A bana hoşlandığı çocuğu anlatmaya başlamıştı -bu noktadan sonra ruh halimi dünya üzerinde hangi dram ya da trajedi anlatır bilemiyorum. Buna benzer bir konunun konuşulduğu bir ICQ -sahi ICQ vardı ne oldu ona- muhabbettinde kendimi tutamadığımı ve aşkımı itiraf ettiğim hatırlıyorum. Saatlerce ağladığımı gizlemeyecek kadar da olgunlaştım galiba. 

A hayatıma ne girdi ne tam olarak çıktı. Saatlerce telefonda konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sanırım onu saplantı haline getirmiştim. Bu durumdan kurtulmak için hayatımın en doğru kararlarından birini verdim. Lise son sınıfta aynı dersaneye devam etmeyecektim hatta Beşiktaş'ta herhangi bir dersaneye gitmeyecektim. Ortaköy'de oturmama rağmen Kadıköy Değişim'e gitmeye karar verdim. Şansım o ki, hayatımda en sevdiğim arkadaşlarımın bazılarıyla da orada tanıştım. Güzel bir seneydi, eğlenerek ve gayet başarılı bir şekilde ÖSS senesini atlattım. A saplantısı gizli gizli devam etti. Sanırım A daha kalıcı bir iz bıraktı bende, sevdiğim kadın tipini -fiziksel ve karakter özellikleri olarak- tanımladı. Bilmiyorum belki de bu etki hala devam ediyor. Bana zarar vermiş olduğunu düşünsem de severim A'yı, iyi kızdır. 

İki sene önce içimde A'ya karşı hiçbir şey kalmadığını çok net bir şekilde anladım. İki yaz önce A'yla buluştuk. İzmir'den yeni dönmüştüm, valizimi boşaltırken telefonum çaldı. A'yla Ortaköy'de sanırım iki saat kadar konuştuk. Daha çok o konuştu. Sürekli yaptıklarından, yapacaklarından bahsetti. Ben konuşmayı severim, hatta bazen çok konuştuğum bile söylenebilir ama o gün A'yı nasıl bu kadar saplantıyla sevdiğimi iliklerime kadar sorguladım. Ertesi gün sahil boyunca evlerine kadar yürüdüm -İstinye'ye kadar üşenmeden. Bitti diye bağırdım dalgalara karşı. Bitmişti gerçekten. Yeni bir ilişkiye başlamıştım, mutluydum, değer veriyordum. 

Bir dönem de böyle kapandı. A şimdi İngiltere'de deniz hukuku master'ı yapıyor. Aşk-meşk hayatı ne alemde bilemiyorum ama en son 'in a relationship'di sanırım medeni hali. 

Elbette bu serinin sonu gelmez, en azından zorlarsak bir üçüncüsü çıkar ama döte girebileceği için burada noktalamakta fayda var. O kadar da cesur olmak iyi değil arkadaş. Neyse şöyle bitirelim o zaman:

Bizi arada üzerler 'ama arkadaşlar iyidir'...

Ben bittim Nihat!

Bu gece çok yağmur yağdı İstanbul'a. Aksi gibi yağmura dışarıda yakalandım. Gecenin ikisinde İstiklal'de, bizim 7 kişilik grubumuzun haricinde, yağmur dinsin diye bekleyenlerden başka pek kimse yoktu. Epeydir yağmurla kurduğum ilişki, kendisini pencere camından izlemek olduğu için bu fazla yakınlaşma beni rahatsız etti açıkçası. Yine de bu duruma aldırmayıp bir köşeye sığınmış olan midyeciden sayısını hatırlamadığım kadar midye yedik. Yağmur yağmaya devam etti.

2.30 Taksim-Sarıyer otobüsüne bindiğimde de yağmur yağmaya devam ediyordu. Bir süre bekledikten sonra otobüs yol almaya başladı. Ben arka kapının hemen önündeki arka tarafa bakan koltuklara oturmuştum. Yolculuğun ilk dakikaları karşıma oturan amcayı nereden tanıdığımı düşünmekle geçti. Adamın suratına o kadar aleni bakmış olmalıyım ki adam da rahatsız oldu. Olabilecek bütün ihtimalleri aklımdan geçirdim. Siteden değildi, okulda da görsem hatırlardım. Ortaköy; ıııh... Yanındaki arkadaşıyla yaptığı yağmurda masaları taşımanın zor oluşuna dair muhabbet kafamda bir şimşek çakmasına yol açtı. Adam Sanat'ın şef garsonuydu. Daha çok yaz akşamlarında teras katında görürdüm. 50-55 yaşlarında, benim boylarımda ve sevimli bir adamcağız. 

Taksim civarında daha çok restoran, bar, cafe gibi mekanlarda çalışan personelle -birkaç polis ve akşamcı da vardı- yolculuğum devam ederken Sanat günlerim aklıma geldi. Bu da 'sanat hayatım' gibi oldu ama neyse bunu bir kenara bırakalım. Şaka bir yana, Nevizade Sokak'ta bulunan Sanat Restoran bir dönemler müdavimi sayılabileceğim bir mekandı. Öyleki babamın da bulunduğu kalabalık bir grupla Nevizade'de dolanır iken, kapıda müşteri çekmeye çalışan garsonun babama standart müşteri muamelesi yapıp beni gördükten sonra hürmetle selamlayarak içeri davet etmesi vardır ki şu dünyada böyle bir anı herkesin yaşamasını dilerim. Bu gibi şeyler aklımdan geçerken şef garson Hacı Osman durağında otobüsten indi.

Otobüs, hızını arttıran yağmuru pek de umursamadan, Hacı Osman Bayırı'ndan salınarak sahil yoluna koyuldu. Artık bu akşam sefalarından eskisi kadar keyif almadığımı farkettim. Asmalımescit'te geçen bu gece de kendimi biraz daha yabancı gibi hissettim. İnsanlar iş kuruyor, batırıyor, çıkıyor falan filan. Benim tek istediğim emekli olup panjurlu bir evde oturmak galiba. Ya da bu hayatta ne yapmalıyım, ne olmalıyım muhabbetlerinden sıkılmaya başladım. Bunalıma sürüklenmek üzereyken imdadıma mükemmel başkan Yusuf Tülün'ün -ki kendisi Sarıyer güzellik kraliçesi olur- belediyesinin merkezi Sarıyer semtine varmış olduk. Otobüsten iner inmez boğazın sert rüzgarları boynumu sertçe yokladı. Beynime giden temiz havayla birlikte zihnim açıldı ve gözlerim yolda bekleyen taksi aramaya başladı. Yolda benden ve kedilerden başka pek bir canlı yoktu. Ayaklarımı sürüye sürüye taksi durağına yürüdüm. Bu saatte olmazdı ama 'ya tutarsa' mantığıyla gündüz tarifesi açıp açmayacağını sordum. Kabul etmedi ben de seve seve bindim. 

Uykum yoktu. Sırf bu nedenle Sarper'in geceyi evinde geçirme teklifini de reddetmiştim. Rutin işlerimi hallettikten sonra aklımda ne zamandır yapmayı planlayıp sürekli unuttuğum şeyi hatırladım. Abuk gelebilir ama Şevket Altuğ'un şu aralar ne yaptığını deli gibi merak ediyordum. Kendisini en son Fatih Türkmenoğlu'nun hazırladığı Sahil Günlüğü programında, yazlığında torunlarına bakarken görmüştüm. Marmaris-Datça taraflarında olmalı. Yarısını yakalayabildiğim sohbet boyunca Altuğ, bir nevi inzivaya çekildiğini ve ailesiyle mutlu olduğunu  söylemişti. Programın tamamını izledikten sonra Ekşi Sözlük'teki yorumları da okudum. Elbette konu dönüp dolaşıp Süper Baba'ya geldi. Sanırım iki saattir Youtube'da bu dizinin farklı bölümlerini izleyip duruyorum. 

Şimdi de Yeni Türkü'ye geçiş yapıyorum. Sonrasında da biraz Ezginin Günlüğü'yle sanırım geceyi noktalandırıp yeni günü karşılamanın zamanı. Arabam yanımda olsa bu saatte hiç kimsecikler yokken Kanlıca, Kuzguncuk ve Çengelköy yapardım herhalde. Çay bahçesini yeni açan amcadan çay isterdim, gazeteler yeni geldiği için ekleri olmadan birkaç tanesini almak zorunda kalırdım. Çok istersem Beykoz'a kadar bile giderdim.

Ben bittim Nihat...   

30 Eylül 2008 Salı

bugün bayram, erken kalkın çocuklar!

'Siyaseten doğru' ifadeler kullanmadan doğrudan lafa gireceğim -bu arada 'politically correct' bence kulağa daha hoş geliyor, evet Amerika'nın köpeğiyim. Ben bu şarkıdan ömrüm boyunca nefret ettim. Çocuk aklımla bile bu şarkı beni derin hezeyanlara sürükledi. Herşeyden önce şarkıda sağlam bir paradoks olduğunu düşünürdüm. Eğer çocuk hala kalkmamışsa nasıl bu şarkıyı duyabilir ki. Ya da yatağında elinde kumandayla sabah keyfi yapan bir çocuğu akla getirir ki bu da pek inandırıcı değil. Çocuklarını bu şarkıyla uyandırmaya çalışan ebeveyn imgesini ise kınayarak reddiyorum. Kısacası, 'bugün bayram, durmak yok, uyumaya devam' felsefesini benimsiyorum.

Uzun süredir yazamadım bloga. Bakıyorum da son yazımı 1 Eylül'de yazmışım. Eylül ayı gerçekten de yorucu ve hızlı gelişti. Kısa bir özet geçmek isterim. GRE maceram kötü sonuçlandı- önümüzdeki ay yeniden girmem gerekecek. Dersler başladı, okul kalabalıklaştı. Tezimle ilgili tek kelime yazmadım. Hayatım o kadar hızlandı ve garip kararlar alıyorum ki kendimi Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda gibi hissetmeye başladım. Kuşumuzu kaybettik.

Alışmıştım ona. Neredeyse beş yıldır evin kendi halinde bir üyesiydi. Mevsim değişimine ve ishale dayanamadı. Bir sabah sessiz yattığı kafesinden aldık onu. Bahçeye gömdük.

Birazdan onu ziyarete gideceğim.

Neşeli bayram şarkısı sandığımız Barış Manço eserinin ise, sevdiği bir yakınını kaybeden kişinin bayramda mezar ziyaretine gidişini anlattığını öğreniyor insan. Hayat işte, insanlara neler öğretmiyor ki...

Bugün bayram, erken kalkın çocuklar!

1 Eylül 2008 Pazartesi

once

Etkilendiğim filmleri yazmaya devam ediyorum. Once, ev arkadaşımın tavsiyesiyle izlediğim son derece düşük bir bütçeyle -150 bin euro- 2006'da çekilmiş bir İrlanda filmi. Bence sırrı da tam bu noktada: son derece yalın ve gerçekçi. Sanırım if 2008'de de gösterilmiş ama izlemeyenlerin eksik kalacaklarını hissettirecek kadar da güçlü bir film. Ben de blog'umda yazmasam kendimi eksik hissedecektim.

Amatör olarak müzikle uğraşan iki insanın tanışması, albüm yapma çabaları ve bu süreçte aralarındaki yakınlaşmayı son derece sade bir dille anlatıyor. En vurucu noktası da hiç kendini belli etmeden ve izleyiciyi kasmadan müzikal tadını sonuna kadar yansıtması. Zaten başrol oyuncuları Glen Hansard ve Marketa Irglova da hayatlarını müzisyen olarak idame ettiriyorlarmış ve rivayete göre de beraberlermiş. Hatta filmin yönetmeninin de grup arkadaşları olduğunu düşündüğümüzde filmin aslında başlarından geçenleri anlattığını hissetmek zor değil.

Film biter bitmez, insanda filmi tekrar izleme, bir an önce filmin soundtrack'ini edinme ve de Dublin'e gidip arka mahallelerde dolaşma hissiyatını uyandırıyor.

Filmin tagline'ı -ucuz bir romantik komedi olduğu izlenimi bırakmasın lütfen.

-How often do you find the right person?
-Once.

24 Ağustos 2008 Pazar

the curse of the jade scorpion

Dün gece TRT 2'de karşıma çıkan ve annemle birlikte izlediğimiz eğlenceli Woody Allen filmi. Kimileri Woody Allen sinemasından pek hazzetmese de son iki yıl içerisinde 10-15 filmini izlemiş bir hayranı olarak bu filmini de beğenerek izledim. Annem de filmi epey beğendi-sanırım annemle zevklerimiz ve karakter yapımız büyük ölçüde örtüşüyor.

İzlemeyenlere de tavsiye edilir.

Filmin ana fikrini özetleyen şu cümleyi de aktarmadan geçemeyeceğim:


"her zaman bunu yapıyorsun, kararları burada -kafasını göstererek- veriyorsun, burada değil -kalbini göstererek-. burada(beyinde) alınan kararlar, burada(kalpte) alınanlar kadar güvenli değildir. çünkü bunlar gri hücreler, bu da kan. ve kan tüm vücudu dolaşır. bu nedenle ne olup bittiğinden haberdardır. gri hücreler ise sadece yatar ve düşünür."



P.S 1. Alıntıladığım cümle için sözlük yazarı anahita'ya teşekkürlerimi gönderiyorum.
2. Gelen şikayetler üzerine artık yazıların kısa olmasına daha fazla dikkat edeceğim.

21 Ağustos 2008 Perşembe

gre maceram

GRE, son bir aydır abuk subuk kelimelerini ezberlemek için kastığım ve birkaç dakika önce ETS adlı küresel sömürü mekanizmasına 170 $ bayıldığım sınav.

Sınava hazırlık süreci zaten yeterince yorucu ama bir de başıma şöyle bir talihsizlik geldi. Sınav tarihi olarak -kendi programıma ve çalışma tempoma uygun olduğunu düşündüğüm için- 11 Eylül'ü seçtim ve ödemeyi yaptıktan sonra yaptığım travmatik hatayı farkettim. Bilindiği gibi Amerikalılar ve daha da genelde 'Batılılar' 9/11'dan sonra iyice paranoyaklaştı. Umarım bizim sınavın bilgisayar tarafından değil de uzmanlar tarafından okunan 'analytical' kısmı güme gitmez.

Bilemiyorum, belki de 'müslüman' ve doğulu' toplumlara ait bireyler olarak biz paranoyaklaştık.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

büyük odanın kerameti

Yakın çevreme sıkça bahsettiğim gibi Acarlar'daki evimden çok memnunum. Bunun en önemli nedeni aynı daireyi bir sene boyunca paylaştığım İlker, Emre Kalafatlar ve Taylan'la tahminimin çok ötesine geçen dostluğum. Elbette bir diğer nedeni de kaldığım dairenin fiziksel özellikleri. Biraz da şansımın sonucu olarak Koç Üniversitesi'ne ait dairelerin en güzelinde oturuyorum. Gezdiğim bütün evlerden açık ara önde. Çok daha geniş, bakımlı ve konforlu bir daire. Zaten yurt yönetimi de ellerindeki en güzel dairenin bu olduğunu defalarca belirttiler. Ne var ki, seneye de bu dairede olup olmayacağımız uzun süre kesinlik kazanmadı. Ev sahibinin evi satma planlarının suya düşmesiyle birlikte -ve yurt yönetiminin de desteğiyle- önümüzdeki sene de bu dairede kalacağımız kesinleşti.

Dairede dört oda bulunuyor. Bunlardan ikisi küçük, birisi büyük, biri ise ebeveyn odası -yani hem çok büyük hem de içerisinde kendine ait banyosu ve tuvaleti var. Ebeveyn odasında İlker kalıyordu, diğer büyük odada da Taylan. Onlar master ikinci sınıf oldukları ve tezlerini yazıp bitirdikleri için evden ayrılacaklar -hatta Taylan çoktan evden ayrıldı, İlker ise Ankara'ya gitmek için birazdan yola çıkacak ve odayı boşalttı bile.

Haliyle diğer Emre de ben de İlker'in boşalttığı ebeveyn odasına geçmek istiyorduk. Uzun süredir konuştuğumuz bu konu İlker'in gitme gününün gelip çatmasıyla karar aşamasına geldi. Değişik fikirler ortaya attıktan sonra en iyisinin işi şansa bırakmak olduğuna karar verdik. Zar atarak odaya kimin geçeceğini belirleme konusunda anlaştık. 100 rakamına ilk ulaşan ebeveyn odasına geçecekti.

Kaybeden tarafın teselli bulması adına da şöyle bir karara vardık: Kazanan bütün sene boyunca diğerinin temizlik parasını ödeyecekti. Yani iki haftada bir gelen temizlikçinin ücretini- ki bu da sekiz haftalık bir dilimde 40 milyon yapıyor.

Kuralları belirledikten sonra zarları atmaya başladık. Büyük attığı için Emre Kalafatlar başlayacaktı. 9'la başladı. Bense ona 10'la karşılık verdim. 24-24 ve 48-48 gibi eşitliklerde mücadelenin ne denli çetin geçeceği anlaşıldı. Biz zarları atarken, İlker de bir yandan hakemlik görevini yürütüyor bir yandan da NBA spikerlerinden eksik kalmayarak her zardan sonra avaz avaz bağırıyordu.

60'lı sayılara kadar ufak farklarla oyun ilerledi. Şu an elimde tuttuğum kağıda göre 9. turun sonunda skor şöyleydi: Kalafatlar 69 - Bayram 65.

Oyun sanırım bu aşamadan sonra kırıldı. Emre 1-1 attı. Bense buna 6-6'yla karşılık verdim. Fark birkaç tur bu şekilde devam etti. Emre sonlara yaklaşılırken 6-5 atarak yeniden ümitlendi. Emre, 13. turdaki atışını yaptıktan sonra 91'e ulaşmıştı. Bense 12 atış yaparak 89'daydım.

Sıra bendeydi.

Zarlar elimden fırladığında pek de birşey düşünmedim. İkimiz de -pardon üçümüz de- belirgin bir şekilde eğleniyorduk.

Zarlar uzun süre yuvarlandı.

6-6 gelmişti.

Uzun süredir hayalini kurduğum büyük oda benimdi artık.

Tebrik ve teselli faslından sonra İlker bana -sanki daha önce hiç girmemişim gibi- odasını gezdirdi. Eşyaları nasıl yerleştireceğimizi konuştuk bir süre. İlker, banyonun camındaki vazoda duran bambu ağacının suyunu ne sıklıkla değiştirmem gerektiğini bana anlatırken, farkettim ki büyük bir miras devralıyorum.

Sanırım İlker'in hayaleti o odadan hiç gitmeyecek. Özlenecekti, şimdi daha da özlenecek...

Kazanandan sonra sıra kaybedene gelmişti. Odasını gururla teslim eden İlker -ki beni odaya alırken belime gelinlerin bekaretini temsil eden kırmızı bir kuşak bağladı- Emre'ye daha önce yapıp çerçevelettiği bir puzzle'ı da teselli niyetine teslim etti.

Bana gelince... İstediğim şeyin olması beni sevindirdi açıkçası. Kaybeden tarafın da insanın arkadaşı olması ufak bir burukluk yaratıyor. Zamanla normalleşecektir sanırım herşey.

Bunlar bir yana asıl burukluk yaratan şeyse, İlker'in ve Taylan'ın yerinin dolmayacak olması. İlker'i Madrid'te, Taylan'ı ise Los Angeles'ta ziyaret ederek hasret gidereceğim. Umarım bu ayrılık yeni dostluklar için bir fırsat oluşturur.

Giden sevgililer için ağlamıştım daha önce ama giden arkadaşlar için ağlamak...

Çok sulugöz bir adam oldum bu aralar.

Hadi hayırlısı...

Hayatıma giremeyen kadınlar (bölüm 1)

Gecenin bir yarısı GRE çalışırken aklıma geldiler. Birkaçının soyadını bile hatırladım. Hatta aralarında Google’dan ismini aradıklarım, Facebook’tan hesabına ulaştıklarım bile oldu. Ama sırayla anlatacağım, biraz sabredin…

Galiba hayatıma ilk giremeyen kadın Tuğçe’ydi. Tipini hatırlamasam da ismini ömrümün sonuna kadar unutmam imkânsız. Dört yaşında olmalıyım, kreşe gidiyordum ve anlamsız bir şekilde –bugün bile ne olduğunu anlayabilmiş değilim- bu sarışın kızı seviyordum. Kızla ilgili tek hatırladığım şey kıza evlenme teklif etmiş olmam ve kızın da bana tokatla cevap vermiş olması. İkimizin de o yaşlarda filmlerden bu kadar etkilenmiş olmasını pedagoglar bir gün mutlaka incelemeli. Bu kız, hatırladığım ilk aşkım olmasının ötesinde, ailemizde derin bir iz bıraktı. Beni çok seven Kudret Teyzem benden beş yaş küçük kuzenimin adını benim isteğimle Tuğçe koydu. Kuzenim Tuğçe de ilk aşkım Tuğçe gibi şarışındı çünkü. Dolayısıyla benim ilk aşkımı ailede herkes hatırlar, sanırım en çok da kuzenim Tuğçe. Diğer Tuğçe’nin şimdi ne yaptığını bilmiyorum, umarım mutludur.

Hayatıma giremeyen ikinci kadın Aslıhan’dı. Aslıhan’la ilkokul ikiden son sınıfa kadar sıra arkadaşı olduk. Aramızda aşk-nefret ilişkisi olduğunu düşünmüşümdür hep. Aslıhan ve ben sınıfın en çalışkan iki öğrencisiydik. Aslında o benden daha çalışkandı ama itiraf etmeliyim ki ben daha zeki oluşum itibariyle arkadaşlarımdan da öğretmenimden de hep daha fazla itibar gördüm (bizim okul düzenli olarak bilgi yarışmalarına katılırdı, bu yarışmalara katılacak öğrenciler de bir ön eleme sınavıyla ve öğretmenin seçimiyle belirlenirdi ki her sene bu yarışmalara bizim sınıftan ben katıldım). Tabii, kızın bana Anadolu Lisesi sınavlarında taktığını da itiraf edebilecek kadar zaman geçti aradan. Bu arada, bugün fark ediyorum da öğretmenimiz bizi yıllarca yan yana oturtarak epey bir deneysel çalışma yapmış olmalı, neler geçiyordu acaba kafasından? Eğer ilkokulu bitirince ailem Ankara’dan İstanbul'a taşınmasaydı, ortaokul ve liseyi de muhtemelen beraber okuyacaktık Aslıhan’la -sıra arkadaşı olarak geçen yeni bir yedi yılı tahayyül bile edemiyorum. Aslıhan şimdi doktor olmuş (biz hala bi bok olamadık). Uzmanlığını da nörolojide yapıyormuş (bir zamanlar benim de sinirlerimi germişti, o zamandan antrenmanlara başlamış anlaşılan). Neyse efendim, kendisine hayatta başarılar diliyor ve önümüzdeki aşklara bakıyoruz.

Aslıhan’a bağlılığım uzun süre sürdü, ta ki beşinci sınıfta dershanede aynı sınıfı paylaştığım Ümran’la tanışana kadar. Aslında dershaneye gitmeye başlamamla beraber bende de ilginç değişimler olmuştu. Dershaneden eve yürüyerek gidiyor, eve gitmek için değişik yolları öğreniyor, yeni arkadaşlar ediniyor ve biraz daha büyüdüğümü hissediyordum. Dershanedeki sınıfta da epey popüler bir tip olmuştum. Hatta ilk defa bir kızın benden hoşlandığını hissetmiştim hayatımda ki kız bugünden bakınca bana açık açık yazıyormuş. Bu kızın adını hatırlamıyorum, sık sık sınıfa kızını ziyarete gelip beni sevdiğini belli eden annesini de- beni seven kadınların annelerinin de beni sevmiş olması, bunu düşünmem gerek galiba). Bense Ümran’dan hoşlanıyordum. Tabii hiçbir zaman söyleyemedim bunu ona ama kalemini ödünç aldığım bir gün kalemiyle beraber ona bir çikolata verdiğimde hislerimi yansıttığımı düşündüm hep. Bence o da beni seviyordu ama olmadı işte. Hem olsa ne olacaktı, daha on yaşındaydım. Dershane bittiğinde de ben bu kızın peşini bırakmadım, o yaştaki azme bak. Benden iki yaş küçük kuzenim Çağrı’yla beraber iki kafadar kızın oturduğu sokağa gittik. Güneşin altında bir iki saat geçirdikten sonra hem benim içimdeki umut söndü hem de Çağrı karnı acıktığı için çoktan sızlanmaya başlamıştı. Ümran’la olan aşkımız o gün o sokakta umutsuz bir şekilde bitti. Düşünüyorum da o günden bugüne çok değişmemişim. Aşkın zamanında kıymetini bilmeyip sonra yollara düşüyorum, bize kalan kös kös dönmek oluyor. Ümran artık nişanlanmış. Facebook hesabında yazılanlara göre son günlerini de nişan telaşıyla geçirmiş. Kendisini tebrik ediyor, hayatta mutluluklar diliyorum.

Arkası yarın ya da başka zaman…

3 Ağustos 2008 Pazar

cevahir'in otoparkı

Bugün öğrendim ki Cevahir Alışveriş Merkezi'nin otoparkı gece 1'e kadar açıkmış. O otoparka gidişim, nedense, bir katilin olay sonrası cinayet mahalini gezmesi hissiyatını uyandırdı.

'Seni yeneceğim Cevahir' diyerek otoparkta bağrırmak da insanı baya rahatlatıyormuş, ben bugün bunu öğrendim.

istersem dünyayı değiştirebilirim!

Blogosfere dahil olalı henüz çok zaman geçmedi. Gayet de acemi olduğum söylenebilir. Ancak yine de aldığım tepkilerden belirli bir kitle tarafından takip edildiğimi söylesem sanırım abartmış olmam ki bu da beni gayet mutlu etmekte. Hatta en büyük takipçimin de Alper olduğunu bu hafta sonu öğrenmiş oldum. Yazıları o kadar dikkatli –ve sanırım defalarca- okumuş olacak ki en küçük ayrıntıları bile hatırlıyordu. Şaşırmadım desem yalan olur. Yazıların okunması konusunda beni paranoya noktasına sürükleyen ise bu hafta içerisinde okuduğum bir haber oldu.

Hatırlarsanız, önceki hafta kooperatif toplantısındaki gözlemlerimi ve rüşvet mevzuunu anlatmıştım. Bu hafta içinde gazetelere göz atarken ilginç bir haberle karşılaştım. Bizim belediye başkanı, habere göre, geçirdiği soruşturmadan sonra İçişleri Bakanlığı tarafından görevinden alınmış. İçişleri Bakanlığı’nın benim blogu takip ettiğini düşünmek elbette saflık olacaktır. Ama insan yine de bu tarz tesadüfî olaylarda kendine pay çıkarmayı ve dünyayı bir nebze olsun değiştirebileceği fikrine sarılmayı seviyor.

27 Temmuz 2008 Pazar

Aziz nesin ölmedi, en azından kooperatif toplantılarında yaşıyor

Bu Pazar sabahı bizim kooperatifin toplantısına katıldım, daha doğrusu katılmak zorunda kaldım diyelim. Babam haftasonları da çalıştığı için annem ve benden kooperatifin bilgilendirme toplantısına katılmamızı istedi.

Sanırım hikayeyi biraz daha baştan anlatmam gerekiyor. Bizimkiler daha önce de olumsuz bir kooperatif macerası yaşamalarına rağmen, hem yatırım amacıyla hem de beni düşünerek -kooperatifin yerinin Sabancı Üniversitesi’ne yakın olması nedeniyle- bu işe girdiler. Ama gelinen nokta itibariyle çok da mutlu oldukları söylenemez.

Aslında bu kooperatifin hikayesi de diğerlerine çok benzer. 1,5 yılda bitmesi planlanıyordu ama 4 sene geçmesine rağmen temeli bile atılamadı. Bir türlü inşaata başlanamasının nedenini kooperatif yönetim kuruluna sorduğunuzda, amiyane tabirle öyle bir ağlamaya başlıyorlar ki, vah vah adamların derdi başından aşkınmış diyorsunuz. Ama sonuçta ortaya hiçbir iş çıkmıyor.

Bugün katıldığım toplantı, bir bilgilendirme toplantısıydı. Kooperatif başkanı, yönetim kurulunda olan 3 üye ve kooperatif avukatının dışında sadece 4 üye ve aileleri toplantıya katılmıştı –kooperatifin 40 üyesi olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kooperatif başkanı toplantıya ilgisizliği, üyelerin kendilerine duydukları güven olarak yorumlamayı tercih etti. Bense, sabah sabah bu anlamsızlıkları dinlemenin verdiği huzursuzlukla, başka şeyler düşündüm. Burada paylaşmayı uygun görmüyorum.

Anlatılardan anladığım kadarıyla belediyede işleyen bürokrasi ve yolsuzluk çarkı yüzünden işler yürümüyordu. Son derece başarılı buldukları bir mimara çizdirdikleri proje ‘belirsiz’ sebeplerce aylarca bekletilmiş ve daha sonra da olumsuz cevap alınmıştı. Aslında bizim yönetim kurulu projeyi geçirmek için ‘gerekli fedakarlık’larda bulunmaya hazırdı. Açık olalım, rüşvet vermeyi kabul ediyorlardı. Ama belediye rüşvet almıyordu.

Evet, şaşırdınız biliyorum. Birçok kişiden duyduklarımız ve Türkiye hakkındaki izlenimlerimizle birçoğumuz rüşvetin çok yaygın olduğunu, özellikle yerel yönetimlerde rüşvetsiz iş yapılmayacağını biliriz. Peki, ne olmuştu da belediye rüşvet kabul etmiyordu? Belediye’nin rüşvet almamasına –ki bu evin yapılamayacağı ya da en azından gecikeceği anlamına geliyordu- sevinmeli miyim gibi sorularla vicdanımı yoklarken, başkanın konuyu detaylı bir şekilde anlatması beni kahkaları boğdu.

Aziz Nesin gerçekten hala yaşıyordu...

Soruşturmalardan canı yanan belediye yönetimi artık herkesten rüşvet almamaya dikkat eder olmuştu. Hayır, yanlış anlaşılmasın rüşvet çarkı işlemeye devam ediyordu ama şu şekilde: Öncelikle projeyi belediyenin güvendiği hatta açıkça işaret ettiği mimara çizdirmeliydiniz ve rüşveti de onun aracılığıyla iletmeliydiniz ki yine amiyane tabirle belediyedeki rüşvetçiler keleğe gelmesinler. Yani, rüşvet verebilmek için mimara da rüşvet vermeniz gerekiyordu.

Bir yandan kahkaha atmamak için kendimi zor tutarken bir yandan Aziz Nesin’i andım ve hala nasıl bir üçüncü dünya ülkesi olduğumuz gerçeğiyle yüzleştim.

Sonrasında projenin incelenmesiyle konu dağıldı ve insanlar mutfağın, banyonun yeri gibi konularda lüzümsuz tartışmalara girdiler. Konuşma o kadar can sıkıcı bir hal aldı ki en son bir kadının, mutfağın kadının hayatı konusundaki tiradını dinledik. İçinde bulunduğumuz ortamdan rahatsız olunca da annemle birlikte izin alarak ayrıldık.

Toplantıya ilişkin tek güzel şey, toplantının yeriydi. Yönetim kurulu üyesi Haldun Bey’in villasının olduğu Vaniköy Sitesi’nde yapıldı toplantı. Pazar sabahı Vaniköy, biraz Kandilli ve bol bol Boğaz havası iyi geldi doğrusu.

Çok yaşa Aziz Nesin...

26 Temmuz 2008 Cumartesi

bir cuma günü böyle geçti

Cuma yoğun geçti. Daha doğrusu günün ilerleyen saatlerinde hayatın temposu hızlandı diyelim. Uzun süredir olduğu gibi öğlene doğru uyandım. Sabahki rutin işleri hallettikten sonra Sarper’i aradım. Akşam için planladığımız içme programını sordum. Onun da canı pek istemiyordu. En iyisi sonra yapmak diyerek konuşmayı noktalandırdık. Ben de programın iptal olduğunu bildirmek için Alpan Abi’yi aradım. Evdeki herkes hastalandığı için, o da zaten gelemeyeceğini söyledi. Kimse gelmiyordu ya da istemiyordu. Kısacası, akşam sakin geçecekti...

Bu hafta hemen hergün yaptığım gibi bir-iki saatliğine ofise uğradım. Aslında pek de çalışmak için gitmiyordum kampüse. Sabah kahvaltısı niyetine yenen öğle yemeklerinin mekanı olmaktan öteye geçemiyordu bir süredir, Koç Üniversitesi kampüsü. Bilgisayara boş boş bakma ve canım sıkılınca bilgisayarda oyun oynamakla geçmişti bu hafta. Ama bu sefer çalışma konusunda kararlıydım.

Erdem’le karşılaştım yemekte ve biraz lafladık. Yemeğimizi bitirip dönerken de başka bir masada oturan Özge Birişik’i gördük. Antalya’dan yeni gelmişti ve şimdi de folklor ekibiyle birlikte 15 günlük bir Avrupa ‘turnesi’ne çıkacaktı. Özge’den sürekli böyle şeyler duydukça şaşırmıyorum artık hatta hayranlığım artıyor galiba. Belki de en doğrusunu yapıyor Özge diye düşündüm.

Masamın başına oturduğumda son derece kararlıydım çalışmak için. Kötü geçen bir hafta boyunca hiçbir şeyin kapağını açmamıştım. En çok da yeni başladığım GRE çalışmasının sekteye uğraması beni düşündürüyordu. İki saat boyunca çalışacaktım ve saat 4 gibi trafiğe takılmadan eve –Ortaköy’de ailemin yaşadığı eve- dönecektim. Sanırım bir ara da insanın iki evi olmasını ve sürekli gidip gelmesini yazmam gerekiyor.

Bunlarla uğraşırken telefonum çaldı ve Cihan akşam Batman’e –Dark Knight olanı- gideceklerini, gelip gelmeyeceğimi sordu. Beni tanıyanlar büyük bir Batman hayranı olmadığımı bilirler ama filmle ilgili ilk eleştiriler ve IMBD’de ilk günlerden itibaren büyük bir oy oranıyla ilk sıraya yerleşmesi beni de etkilemişti. Biraz düşündükten sonra teklifi kabul ettim. Akşam saat 10’da Cevahir’de olmam gerekiyordu. Hatta önce gelirsem yemek yiyip laflayabilirdik de Cihan’a göre.

Her zamanki gibi arabayı gereksiz bir şekilde hızlı kullanıp kısa sürede Ortaköy’e ulaştım. Park yeri bulma umuduyla bizim sokağı umutsuz bir şekilde turladıktan sonra uzaklara doğru yol almaya başladım. Ortaköy’de evin önünde ya da yakınında park yeri bulmak mucize gibidir. Camiin arka sokağında arabayı bir yerlere bırakıp yürümeye başladım ve her zamanki gibi Sarıyer’den gelmeye harcadığım süreyle park etme ve eve yürüme süresinin neredeyse aynı olduğunu düşünerek canım sıkıldı.

Evde annem her zamanki gibi mükemmel yemekler hazırlamıştı. Benim bu kadar erken geleceğimi tahmin etmediği için önceden sardığı yaprakları henüz pişirmemişti ama. Nasıl olduğumu sordu. Kısa cümlelerle cevap verdim.

Az biraz kestirdikten sonra akşam 8 gibi uyandım. Ev telefonu çaldı. Alpan Abi’nin eşi Aydan Abla ve kızı Umay bize gelmek istiyordu. Anladığım kadarıyla, hastayken evde bunalmış ve biraz laflamak için annemle görüşecekti. Onlar geldiğinde ben çıkmak üzereydim. Hatta Aydan Abla banyodan çıkmış bornozlu halimle de karşılaşmış oldu böylece. Umay’ı biraz sevdikten sonra evden çıktım.

Cihan telefonla beni aradığından beri Cevahir’e nasıl gideceğimi düşünüyordum. Hayır mesele yol değildi. Daha önce Fulya’da oturduğumuz için ve son 13 yılım İstanbul’un bu bölgesinde geçtiği için oraya gidilecek en az 4-5 farklı yolu biliyordum ama arabayla gidip gitmeme konusunda kararsızdım. Hem dönüşte park yeri bulmak zor olacaktı hem de gidince Cevahir’in otoparkına bırakamayacaktım arabayı. Aslında bundan çok da emin değildim. Normalde alışveriş merkezi 10’da kapanıyordu ama sinemadan 1’e doğru çıkacaktım. Otopark’ın o saate kadar açık olup olmadığı benim için bir muamma olarak kaldı. Arabayı da oralarda bir sokağa bırakmayı gözüm yemediği için taksiye bindim.

Yol boyunca taksiciyle hiç konuşmadık. Sadece gideceğim yeri söyledim ve inerken ‘hayırlı işler’ dileğinde bulundum. Ama çaldığı müzikler hoşuma gitti doğrusu.

Dokuzu on geçe Cevahir’deydim. Cihan’ı aradığımda henüz yolda olduklarını söyledi. Anlaşılan epey bekleyecektim. Hatta bir an yetişemeyecekleri düşüncesi de aklımdan geçti. Bu durumda yine de biletin parasını ödemeli miydim?

Önce bir yerde oturup kahve içmeyi düşündüm ama sonra mağazalara bakındım. Her tarafta bir kampanya savaşı ve ucuzluk vardı. Film saati yaklaştığında elimde üç-dört poşet vardı ama hiç pişman değilim ve size de tavsiye ederim. Özellikle Mavi’de çok güzel t-shirt’ler 9,95 YTL. Alışverişe o kadar dalmışım ki benden sonra gelen arkadaşlarımı da beklettim.

Tahmin ettiğimden daha kalabalık bir kadroydu. Cihan, Nuray, Emine –henceforth EMO- ve beklenmedik bir şekilde İlker. Her zamanki gibi şortu, uzun çorapları ve garip ayakkabısıyla. Filmin başlamasına yakın Özgür ve Esra da eklendi kadroya.

Film beklentileri karşılar mı bilmiyorum ama ben çok beğendim. Çok büyük bir beklentiyle gelen İlker epey hayal kırıklığına uğradı. Spoil etmemek için daha fazla ayrıntı vermiyorum çünkü bu satırları okuyanlarınızın önemli bir bölümü bu filme gidecektir.

Film arasında beni anırtacak kadar güldüren şöyle de bir olay oldu. Uzun süredir de bu kadar gülmemiştim. Fuayeye çıkarken hafif esmer ama yabancı olduğu belli olan bir kişi bana İngilizce bilip bilmediğimi sordu. Olumlu yanıt aldıktan sonra da korku dolu gözlerle, ‘What happened to the movie?’ diye sordu. Sorunun arkasındaki muhtemel post-modern kaygıları düşünerek bir süre bocaladım ama olay anlaşıldı ki genç dostumuz sinemalarda verilen araya pek alışık değildi. Ona bunun normal olduğunu, filmin ortasında verildiğini ve sadece bir kez olduğunu anlatarak endişesini gidermem epey zaman aldı. Genç adam yanımızdan ayrıldıktan sonra da, bir adım yanımda duran Cihan’la adamın kaygı dolu bakışlarını anımsayarak ve olayı baştan birbirimize anlatarak koptuk. Çok gülmüş olmalıyız ki insanların garip bakışları birden bize yöneldi.

Film çıkışı Esra ve Özgür Taksim’e gitmek için ayrıldı. Biz de, karnımız acıktığı için, Ortaköy’de benim sıklıkla gittiğim ve dostlarımı da götürmekten büyük keyif duyduğum Dürümce’ye gittik. Buranın gelişim sürecini de başka bir yazıda anlatmak istiyorum.

Eve döndüğümde saat 2’yi geçiyordu. Annemin de uykusu kaçtığı için konuştuk biraz. Annem bütün yakın-uzak akrabalarla ilgili haberler ve dedikodular hakkında beni bilgilendirdi. Bir süre sonra dikkatimin arka fonda çalan müziğe kaydığını farkettim.

Grup Gündoğarken’den Burhan ve Gökhan Şeşen kardeşlerin şarkılarına...

elimde olsaydı
o günlere dönmek
takvimlerin yapraklarını
yırtarım tek tek...

karmaşık düşüncelerle uykuya dalmışım.

25 Temmuz 2008 Cuma

ah kavaklar

'Kavaklar'mış aslı şarkının. Sezen Aksu'nun 88'de çıkan albümünde yer almış. Sözleri de Sivas Katliamı'nda yaşamını yitiren Metin Altıok'a aitmiş...

Gecenin bir yarısı bu şarkıyla tanışma öyküm ise hayli ilginç. Bir araştırma için, google'da ismini aradığım bir akademisyenin New York'da bir grup kurduğunu farketmemle başladı bu tanışıklık. 2005 yılında kurulan ve Ermenice, Kürtçe ve Türkçe şarkılar söyleyen 'Nour' grubunun sitesinde dinlenilebilecek şarkılar arasında, ah kavaklar.

Daha sonra şarkının Sezen Aksu versiyonunu da hemen dinledim. Hatta Sabahat Akkiraz'ın sesiyle, Erkan Oğur'un da enstrümanlarıyla yer aldığı bir diğer yorumu dinlemek de geceme renk kattı. Youtube'a uygulanan sansür nedeniyle link vermek pek anlamlı değil ama proxy sitelerinden şarkının değişik versiyonlarına kolaylıkla ulaşılabilir.

Umarım, sevgili dostum Sarper'in son yazısında uyardığı gibi, blogosfere dahil olmam akademiyle ilişkime sekte vurmaz. Yaptığım araştırma şarkıyı dinlemeye başlamamla birlikte çoktan yalan oldu zaten. Araştırma önemli değil de, bu şarkıyı dinledikten sonra insan sanırım hayatına normal bir şekilde devam edemez. Aslında şarkı da tam olarak bu devam edememe durumunu anlatıyor.


Pek de iyi geçmeyen şu günlerde, altın vuruş yapmak için en iyi seçim bu olsa gerek:)

Sözlerini de yazalım, tam olsun.


ah kavaklar ah kavaklar
bedenim üşür yüreğim sızlar

beni hoyrat bir makasla
ah eski bir fotoğraftan oydular
orda kaldı yanağımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar

ah omuzumda bir kesik el ki
hala, hala durmadan kanar

ah kavaklar ah kavaklar
acı düştü peşime

ah kavaklar ah kavaklar
ardımdan ıslık çalar

23 Temmuz 2008 Çarşamba

yazmasaydım çıldıracaktım

Ne güzel söylemiş Sait Faik, "yazmasaydım çıldıracaktım". Herşeyin farkında olup da hiçbir şeyi değiştiremeyenlerin tutunduğu tek dal olsa gerek, yazma edimi. Oğuz Atay'ın, Yusuf Atılgan'ın ve daha nicelerinin anlattığı umutsuz farkındalık hali.

Belki de zamanı gelmemişti dedim kendi kendime neden daha önce başlamadığımı yanıtlarken. Aslında daha önce de niyetlenmiştim yazmaya. Daha eski zamanlarda, kalemi kağıdı elime aldığım da çok oldu. Hatta bir gün süren bir günlük tutma hikayem var ki ileride paylaşmayı da düşünüyorum. Kısacası bu tarz denemelerin bir türlü devamı gelmedi nedense. Belki de gerçekten çıldırma aşamasına gelmemiştim.

İtiraf etmeliyim, siz okuyun diye yazmıyorum. Belki biraz içini dökme, biraz rahatlama belki de başka motivasyonlarla. Günlük tutmanın da modası geçti sanırım. Hayatımızı gözler önüne sermeye alıştık belki BBG'den beri. İçten içe Tayyip benim telefon konuşmalarımı da dinlese diyenlerinizi duyar gibiyim.

Neyse efendim, lafın özü, sanat sanat içindir. Elbette buradaki yazılarda sanatsal bir kaygı gütmeyeceğim. Büyük ölçüde itiraf etme, gözlemlerimi aktarma ve başımdan geçenleri anlatmayı planlıyorum. Okuyan eden olursa da yorumlarını gerçekten merak ediyorum.

Hadi hayırlısı...