12 Ekim 2008 Pazar

yok be babacan!

Yazacaklarım birikti uzun süredir. Bir bakıma da sevindirici tabii bu gelişme, üzerimdeki atalet duygusunu atıp çalışmalara dönme bakımından.

En son yazımı yazdığım salı günü itibariyle üzerimdeki sıkıntıyı hala atamamıştım. Akşam saat 9 gibi karnımın acıktığını farkettim. Ne birşeyler hazırlayacak enerjim ve malzemem vardı ne de siparişle gelebilecek yemeklere karşı iştahım. Dışarıda soğuk ve keskin bir hava olmasına rağmen arabaya atlayıp Sarıyer'e indim. Niyetim Özcan Baba'dan ekmek arası karşık ızgara alıp sahilde bira eşliğinde tıkınmaktı. Arabayı Özcan Baba'nın biraz ilerisine park ettikten sonra yürümeye başladım. Cadde üzerindeki balıkçı dikkatimi çekti. Epeydir yememiştim. Yaklaşık yarım kilo balık yedikten sonra 8 lira ödeyip çıktım -ki hem balıklar inanılmaz lezzetliydi hem de babacan balıkçı amca ben bitirdikçe getiriyordu. Mekanlarda standardizasyon konusunda takıntınız yoksa -ekmeğin arasındaki köftenin 97, 96 ya da 98 değil, gram olması gibi bu tarz mekanları seversiniz. Elbette önceki hafta Özcan Baba'da yaşadığım gibi benim köftelerimden bir tanesini yoldan geçen arkadaşına vermesi gibi talihsiz durumlar da yaşayabiliyorsunuz. Neyse efendim, hayat da böyle bazen kazanıyor bazen kaybediyorsunuz gibi yüzeysel bir yorumla konuyu kapatalım.

Karnımda inanılmaz bir ağırlıkla sahile doğru yollandım. Araba gözümün öznünde dursun diye de Carrefour'un otoparkına çektim. Duvara iyice yaklaşarak arabayı park ettiğim anda bir 'şarapcının' duvarın dibine atılmış bira şişelerini toplamaya çalıştığını, benim duvara fazla yaklaşmam nedeniyle de aradan geçemediğini farkettim. 'Baba seni de rahatsız ettik diyerek' arabayı bir iki gıdım geriye aldım. Amca da bütün sevimliliğiyle seslendi: 'yok be babacan, ben geçerim' diye. Sonra para istedi. Elime cebime atıp birşeyler verdim. Laflayarak yürümeye başladık. 50-55 yaşlarında Sarıyer'in yerlisi olduğu belli olan hayata tutunamamış biriydi. Sahil kasabasında -ki Sarıyer inadına kasaba olmaya devam etmektedir- yetişmiş bir insanın bütün karakteristik özelliklerini taşıyordu- ki bu İstanbul'da olsa bile sahil semtlerinde büyüme halini hem kendi gençlik deneyimlerimden hem de babamın balıkçı arkadaşlarından biliyorum, bir ara anlatmak isterim. Saçı sakalı birbirine karışmıştı ama üstü başı kirli değildi. Yürüyerek lafladık. SSK maaşını alamadığını anlattı durdu. Ablası primlerini yatırmış ve emekliliği hak etmişti ama hala maaşı bağlanmamıştı. Fındıklı'ya mı yoksa Zeyrek'e mi gitmesi gerekiyordu. Yardımcı olamadığım için üzüldüm. Ben bira almak için o da topladığı şişeleri teslim etmek için Tekel bayiinin önüne kadar yürüdük. Ona da bir bira alıp sohbete devam etmek aklımdan geçti ama tadında bırakmakta fayda vardı -küçük burjuva ortayolculuğumu sorgulayarak banklara doğru yürüdüm.

En sevdiğim banka oturarak demlenmeye başladım -farkediyorum ki hayatta insanın neyi sevdiğini bilmesi büyük fazilet, yaşım ilerledikçe buna daha çok önem vermeye başladım, hayatı anlamak bilmek diye birşey yok galiba, kendini bilmek ve de sevdiğin şeyleri bilmek var. Yanımdaki bankta benim yaşlarımda -belki biraz daha büyük- iki muzip genç laflıyorlardı. Arada bana da laf attıkları için muhabbetlerine dahil oldum.

Sarıyer'in dinginliği bir kez daha içimi açtı. Seviyordum burasını. Bana yaşattığı birçok güzellik gibi 'babacan' lakabını takmıştı. Hoşuma gitti doğrusu.

Havanın soğukluğu rahatsızlık verici noktaya gelince kalktım. Eve dönmek gerekti...

Hiç yorum yok: