26 Temmuz 2008 Cumartesi

bir cuma günü böyle geçti

Cuma yoğun geçti. Daha doğrusu günün ilerleyen saatlerinde hayatın temposu hızlandı diyelim. Uzun süredir olduğu gibi öğlene doğru uyandım. Sabahki rutin işleri hallettikten sonra Sarper’i aradım. Akşam için planladığımız içme programını sordum. Onun da canı pek istemiyordu. En iyisi sonra yapmak diyerek konuşmayı noktalandırdık. Ben de programın iptal olduğunu bildirmek için Alpan Abi’yi aradım. Evdeki herkes hastalandığı için, o da zaten gelemeyeceğini söyledi. Kimse gelmiyordu ya da istemiyordu. Kısacası, akşam sakin geçecekti...

Bu hafta hemen hergün yaptığım gibi bir-iki saatliğine ofise uğradım. Aslında pek de çalışmak için gitmiyordum kampüse. Sabah kahvaltısı niyetine yenen öğle yemeklerinin mekanı olmaktan öteye geçemiyordu bir süredir, Koç Üniversitesi kampüsü. Bilgisayara boş boş bakma ve canım sıkılınca bilgisayarda oyun oynamakla geçmişti bu hafta. Ama bu sefer çalışma konusunda kararlıydım.

Erdem’le karşılaştım yemekte ve biraz lafladık. Yemeğimizi bitirip dönerken de başka bir masada oturan Özge Birişik’i gördük. Antalya’dan yeni gelmişti ve şimdi de folklor ekibiyle birlikte 15 günlük bir Avrupa ‘turnesi’ne çıkacaktı. Özge’den sürekli böyle şeyler duydukça şaşırmıyorum artık hatta hayranlığım artıyor galiba. Belki de en doğrusunu yapıyor Özge diye düşündüm.

Masamın başına oturduğumda son derece kararlıydım çalışmak için. Kötü geçen bir hafta boyunca hiçbir şeyin kapağını açmamıştım. En çok da yeni başladığım GRE çalışmasının sekteye uğraması beni düşündürüyordu. İki saat boyunca çalışacaktım ve saat 4 gibi trafiğe takılmadan eve –Ortaköy’de ailemin yaşadığı eve- dönecektim. Sanırım bir ara da insanın iki evi olmasını ve sürekli gidip gelmesini yazmam gerekiyor.

Bunlarla uğraşırken telefonum çaldı ve Cihan akşam Batman’e –Dark Knight olanı- gideceklerini, gelip gelmeyeceğimi sordu. Beni tanıyanlar büyük bir Batman hayranı olmadığımı bilirler ama filmle ilgili ilk eleştiriler ve IMBD’de ilk günlerden itibaren büyük bir oy oranıyla ilk sıraya yerleşmesi beni de etkilemişti. Biraz düşündükten sonra teklifi kabul ettim. Akşam saat 10’da Cevahir’de olmam gerekiyordu. Hatta önce gelirsem yemek yiyip laflayabilirdik de Cihan’a göre.

Her zamanki gibi arabayı gereksiz bir şekilde hızlı kullanıp kısa sürede Ortaköy’e ulaştım. Park yeri bulma umuduyla bizim sokağı umutsuz bir şekilde turladıktan sonra uzaklara doğru yol almaya başladım. Ortaköy’de evin önünde ya da yakınında park yeri bulmak mucize gibidir. Camiin arka sokağında arabayı bir yerlere bırakıp yürümeye başladım ve her zamanki gibi Sarıyer’den gelmeye harcadığım süreyle park etme ve eve yürüme süresinin neredeyse aynı olduğunu düşünerek canım sıkıldı.

Evde annem her zamanki gibi mükemmel yemekler hazırlamıştı. Benim bu kadar erken geleceğimi tahmin etmediği için önceden sardığı yaprakları henüz pişirmemişti ama. Nasıl olduğumu sordu. Kısa cümlelerle cevap verdim.

Az biraz kestirdikten sonra akşam 8 gibi uyandım. Ev telefonu çaldı. Alpan Abi’nin eşi Aydan Abla ve kızı Umay bize gelmek istiyordu. Anladığım kadarıyla, hastayken evde bunalmış ve biraz laflamak için annemle görüşecekti. Onlar geldiğinde ben çıkmak üzereydim. Hatta Aydan Abla banyodan çıkmış bornozlu halimle de karşılaşmış oldu böylece. Umay’ı biraz sevdikten sonra evden çıktım.

Cihan telefonla beni aradığından beri Cevahir’e nasıl gideceğimi düşünüyordum. Hayır mesele yol değildi. Daha önce Fulya’da oturduğumuz için ve son 13 yılım İstanbul’un bu bölgesinde geçtiği için oraya gidilecek en az 4-5 farklı yolu biliyordum ama arabayla gidip gitmeme konusunda kararsızdım. Hem dönüşte park yeri bulmak zor olacaktı hem de gidince Cevahir’in otoparkına bırakamayacaktım arabayı. Aslında bundan çok da emin değildim. Normalde alışveriş merkezi 10’da kapanıyordu ama sinemadan 1’e doğru çıkacaktım. Otopark’ın o saate kadar açık olup olmadığı benim için bir muamma olarak kaldı. Arabayı da oralarda bir sokağa bırakmayı gözüm yemediği için taksiye bindim.

Yol boyunca taksiciyle hiç konuşmadık. Sadece gideceğim yeri söyledim ve inerken ‘hayırlı işler’ dileğinde bulundum. Ama çaldığı müzikler hoşuma gitti doğrusu.

Dokuzu on geçe Cevahir’deydim. Cihan’ı aradığımda henüz yolda olduklarını söyledi. Anlaşılan epey bekleyecektim. Hatta bir an yetişemeyecekleri düşüncesi de aklımdan geçti. Bu durumda yine de biletin parasını ödemeli miydim?

Önce bir yerde oturup kahve içmeyi düşündüm ama sonra mağazalara bakındım. Her tarafta bir kampanya savaşı ve ucuzluk vardı. Film saati yaklaştığında elimde üç-dört poşet vardı ama hiç pişman değilim ve size de tavsiye ederim. Özellikle Mavi’de çok güzel t-shirt’ler 9,95 YTL. Alışverişe o kadar dalmışım ki benden sonra gelen arkadaşlarımı da beklettim.

Tahmin ettiğimden daha kalabalık bir kadroydu. Cihan, Nuray, Emine –henceforth EMO- ve beklenmedik bir şekilde İlker. Her zamanki gibi şortu, uzun çorapları ve garip ayakkabısıyla. Filmin başlamasına yakın Özgür ve Esra da eklendi kadroya.

Film beklentileri karşılar mı bilmiyorum ama ben çok beğendim. Çok büyük bir beklentiyle gelen İlker epey hayal kırıklığına uğradı. Spoil etmemek için daha fazla ayrıntı vermiyorum çünkü bu satırları okuyanlarınızın önemli bir bölümü bu filme gidecektir.

Film arasında beni anırtacak kadar güldüren şöyle de bir olay oldu. Uzun süredir de bu kadar gülmemiştim. Fuayeye çıkarken hafif esmer ama yabancı olduğu belli olan bir kişi bana İngilizce bilip bilmediğimi sordu. Olumlu yanıt aldıktan sonra da korku dolu gözlerle, ‘What happened to the movie?’ diye sordu. Sorunun arkasındaki muhtemel post-modern kaygıları düşünerek bir süre bocaladım ama olay anlaşıldı ki genç dostumuz sinemalarda verilen araya pek alışık değildi. Ona bunun normal olduğunu, filmin ortasında verildiğini ve sadece bir kez olduğunu anlatarak endişesini gidermem epey zaman aldı. Genç adam yanımızdan ayrıldıktan sonra da, bir adım yanımda duran Cihan’la adamın kaygı dolu bakışlarını anımsayarak ve olayı baştan birbirimize anlatarak koptuk. Çok gülmüş olmalıyız ki insanların garip bakışları birden bize yöneldi.

Film çıkışı Esra ve Özgür Taksim’e gitmek için ayrıldı. Biz de, karnımız acıktığı için, Ortaköy’de benim sıklıkla gittiğim ve dostlarımı da götürmekten büyük keyif duyduğum Dürümce’ye gittik. Buranın gelişim sürecini de başka bir yazıda anlatmak istiyorum.

Eve döndüğümde saat 2’yi geçiyordu. Annemin de uykusu kaçtığı için konuştuk biraz. Annem bütün yakın-uzak akrabalarla ilgili haberler ve dedikodular hakkında beni bilgilendirdi. Bir süre sonra dikkatimin arka fonda çalan müziğe kaydığını farkettim.

Grup Gündoğarken’den Burhan ve Gökhan Şeşen kardeşlerin şarkılarına...

elimde olsaydı
o günlere dönmek
takvimlerin yapraklarını
yırtarım tek tek...

karmaşık düşüncelerle uykuya dalmışım.

3 yorum:

Sadun dedi ki...

All work and no play makes Jack a dull boy.

Sürat felakettir...

sarper dedi ki...

"What happened to the movie?"'ye çok güldüm. Ben olsam "You gotta pay again for the rest" derdim.

Yok lan demezdim, ayıp...

Adsız dedi ki...

sen dünyanın 1 numaralı ruh hastasısın ama seni seviorum devam!!!