27 Temmuz 2008 Pazar

Aziz nesin ölmedi, en azından kooperatif toplantılarında yaşıyor

Bu Pazar sabahı bizim kooperatifin toplantısına katıldım, daha doğrusu katılmak zorunda kaldım diyelim. Babam haftasonları da çalıştığı için annem ve benden kooperatifin bilgilendirme toplantısına katılmamızı istedi.

Sanırım hikayeyi biraz daha baştan anlatmam gerekiyor. Bizimkiler daha önce de olumsuz bir kooperatif macerası yaşamalarına rağmen, hem yatırım amacıyla hem de beni düşünerek -kooperatifin yerinin Sabancı Üniversitesi’ne yakın olması nedeniyle- bu işe girdiler. Ama gelinen nokta itibariyle çok da mutlu oldukları söylenemez.

Aslında bu kooperatifin hikayesi de diğerlerine çok benzer. 1,5 yılda bitmesi planlanıyordu ama 4 sene geçmesine rağmen temeli bile atılamadı. Bir türlü inşaata başlanamasının nedenini kooperatif yönetim kuruluna sorduğunuzda, amiyane tabirle öyle bir ağlamaya başlıyorlar ki, vah vah adamların derdi başından aşkınmış diyorsunuz. Ama sonuçta ortaya hiçbir iş çıkmıyor.

Bugün katıldığım toplantı, bir bilgilendirme toplantısıydı. Kooperatif başkanı, yönetim kurulunda olan 3 üye ve kooperatif avukatının dışında sadece 4 üye ve aileleri toplantıya katılmıştı –kooperatifin 40 üyesi olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kooperatif başkanı toplantıya ilgisizliği, üyelerin kendilerine duydukları güven olarak yorumlamayı tercih etti. Bense, sabah sabah bu anlamsızlıkları dinlemenin verdiği huzursuzlukla, başka şeyler düşündüm. Burada paylaşmayı uygun görmüyorum.

Anlatılardan anladığım kadarıyla belediyede işleyen bürokrasi ve yolsuzluk çarkı yüzünden işler yürümüyordu. Son derece başarılı buldukları bir mimara çizdirdikleri proje ‘belirsiz’ sebeplerce aylarca bekletilmiş ve daha sonra da olumsuz cevap alınmıştı. Aslında bizim yönetim kurulu projeyi geçirmek için ‘gerekli fedakarlık’larda bulunmaya hazırdı. Açık olalım, rüşvet vermeyi kabul ediyorlardı. Ama belediye rüşvet almıyordu.

Evet, şaşırdınız biliyorum. Birçok kişiden duyduklarımız ve Türkiye hakkındaki izlenimlerimizle birçoğumuz rüşvetin çok yaygın olduğunu, özellikle yerel yönetimlerde rüşvetsiz iş yapılmayacağını biliriz. Peki, ne olmuştu da belediye rüşvet kabul etmiyordu? Belediye’nin rüşvet almamasına –ki bu evin yapılamayacağı ya da en azından gecikeceği anlamına geliyordu- sevinmeli miyim gibi sorularla vicdanımı yoklarken, başkanın konuyu detaylı bir şekilde anlatması beni kahkaları boğdu.

Aziz Nesin gerçekten hala yaşıyordu...

Soruşturmalardan canı yanan belediye yönetimi artık herkesten rüşvet almamaya dikkat eder olmuştu. Hayır, yanlış anlaşılmasın rüşvet çarkı işlemeye devam ediyordu ama şu şekilde: Öncelikle projeyi belediyenin güvendiği hatta açıkça işaret ettiği mimara çizdirmeliydiniz ve rüşveti de onun aracılığıyla iletmeliydiniz ki yine amiyane tabirle belediyedeki rüşvetçiler keleğe gelmesinler. Yani, rüşvet verebilmek için mimara da rüşvet vermeniz gerekiyordu.

Bir yandan kahkaha atmamak için kendimi zor tutarken bir yandan Aziz Nesin’i andım ve hala nasıl bir üçüncü dünya ülkesi olduğumuz gerçeğiyle yüzleştim.

Sonrasında projenin incelenmesiyle konu dağıldı ve insanlar mutfağın, banyonun yeri gibi konularda lüzümsuz tartışmalara girdiler. Konuşma o kadar can sıkıcı bir hal aldı ki en son bir kadının, mutfağın kadının hayatı konusundaki tiradını dinledik. İçinde bulunduğumuz ortamdan rahatsız olunca da annemle birlikte izin alarak ayrıldık.

Toplantıya ilişkin tek güzel şey, toplantının yeriydi. Yönetim kurulu üyesi Haldun Bey’in villasının olduğu Vaniköy Sitesi’nde yapıldı toplantı. Pazar sabahı Vaniköy, biraz Kandilli ve bol bol Boğaz havası iyi geldi doğrusu.

Çok yaşa Aziz Nesin...

26 Temmuz 2008 Cumartesi

bir cuma günü böyle geçti

Cuma yoğun geçti. Daha doğrusu günün ilerleyen saatlerinde hayatın temposu hızlandı diyelim. Uzun süredir olduğu gibi öğlene doğru uyandım. Sabahki rutin işleri hallettikten sonra Sarper’i aradım. Akşam için planladığımız içme programını sordum. Onun da canı pek istemiyordu. En iyisi sonra yapmak diyerek konuşmayı noktalandırdık. Ben de programın iptal olduğunu bildirmek için Alpan Abi’yi aradım. Evdeki herkes hastalandığı için, o da zaten gelemeyeceğini söyledi. Kimse gelmiyordu ya da istemiyordu. Kısacası, akşam sakin geçecekti...

Bu hafta hemen hergün yaptığım gibi bir-iki saatliğine ofise uğradım. Aslında pek de çalışmak için gitmiyordum kampüse. Sabah kahvaltısı niyetine yenen öğle yemeklerinin mekanı olmaktan öteye geçemiyordu bir süredir, Koç Üniversitesi kampüsü. Bilgisayara boş boş bakma ve canım sıkılınca bilgisayarda oyun oynamakla geçmişti bu hafta. Ama bu sefer çalışma konusunda kararlıydım.

Erdem’le karşılaştım yemekte ve biraz lafladık. Yemeğimizi bitirip dönerken de başka bir masada oturan Özge Birişik’i gördük. Antalya’dan yeni gelmişti ve şimdi de folklor ekibiyle birlikte 15 günlük bir Avrupa ‘turnesi’ne çıkacaktı. Özge’den sürekli böyle şeyler duydukça şaşırmıyorum artık hatta hayranlığım artıyor galiba. Belki de en doğrusunu yapıyor Özge diye düşündüm.

Masamın başına oturduğumda son derece kararlıydım çalışmak için. Kötü geçen bir hafta boyunca hiçbir şeyin kapağını açmamıştım. En çok da yeni başladığım GRE çalışmasının sekteye uğraması beni düşündürüyordu. İki saat boyunca çalışacaktım ve saat 4 gibi trafiğe takılmadan eve –Ortaköy’de ailemin yaşadığı eve- dönecektim. Sanırım bir ara da insanın iki evi olmasını ve sürekli gidip gelmesini yazmam gerekiyor.

Bunlarla uğraşırken telefonum çaldı ve Cihan akşam Batman’e –Dark Knight olanı- gideceklerini, gelip gelmeyeceğimi sordu. Beni tanıyanlar büyük bir Batman hayranı olmadığımı bilirler ama filmle ilgili ilk eleştiriler ve IMBD’de ilk günlerden itibaren büyük bir oy oranıyla ilk sıraya yerleşmesi beni de etkilemişti. Biraz düşündükten sonra teklifi kabul ettim. Akşam saat 10’da Cevahir’de olmam gerekiyordu. Hatta önce gelirsem yemek yiyip laflayabilirdik de Cihan’a göre.

Her zamanki gibi arabayı gereksiz bir şekilde hızlı kullanıp kısa sürede Ortaköy’e ulaştım. Park yeri bulma umuduyla bizim sokağı umutsuz bir şekilde turladıktan sonra uzaklara doğru yol almaya başladım. Ortaköy’de evin önünde ya da yakınında park yeri bulmak mucize gibidir. Camiin arka sokağında arabayı bir yerlere bırakıp yürümeye başladım ve her zamanki gibi Sarıyer’den gelmeye harcadığım süreyle park etme ve eve yürüme süresinin neredeyse aynı olduğunu düşünerek canım sıkıldı.

Evde annem her zamanki gibi mükemmel yemekler hazırlamıştı. Benim bu kadar erken geleceğimi tahmin etmediği için önceden sardığı yaprakları henüz pişirmemişti ama. Nasıl olduğumu sordu. Kısa cümlelerle cevap verdim.

Az biraz kestirdikten sonra akşam 8 gibi uyandım. Ev telefonu çaldı. Alpan Abi’nin eşi Aydan Abla ve kızı Umay bize gelmek istiyordu. Anladığım kadarıyla, hastayken evde bunalmış ve biraz laflamak için annemle görüşecekti. Onlar geldiğinde ben çıkmak üzereydim. Hatta Aydan Abla banyodan çıkmış bornozlu halimle de karşılaşmış oldu böylece. Umay’ı biraz sevdikten sonra evden çıktım.

Cihan telefonla beni aradığından beri Cevahir’e nasıl gideceğimi düşünüyordum. Hayır mesele yol değildi. Daha önce Fulya’da oturduğumuz için ve son 13 yılım İstanbul’un bu bölgesinde geçtiği için oraya gidilecek en az 4-5 farklı yolu biliyordum ama arabayla gidip gitmeme konusunda kararsızdım. Hem dönüşte park yeri bulmak zor olacaktı hem de gidince Cevahir’in otoparkına bırakamayacaktım arabayı. Aslında bundan çok da emin değildim. Normalde alışveriş merkezi 10’da kapanıyordu ama sinemadan 1’e doğru çıkacaktım. Otopark’ın o saate kadar açık olup olmadığı benim için bir muamma olarak kaldı. Arabayı da oralarda bir sokağa bırakmayı gözüm yemediği için taksiye bindim.

Yol boyunca taksiciyle hiç konuşmadık. Sadece gideceğim yeri söyledim ve inerken ‘hayırlı işler’ dileğinde bulundum. Ama çaldığı müzikler hoşuma gitti doğrusu.

Dokuzu on geçe Cevahir’deydim. Cihan’ı aradığımda henüz yolda olduklarını söyledi. Anlaşılan epey bekleyecektim. Hatta bir an yetişemeyecekleri düşüncesi de aklımdan geçti. Bu durumda yine de biletin parasını ödemeli miydim?

Önce bir yerde oturup kahve içmeyi düşündüm ama sonra mağazalara bakındım. Her tarafta bir kampanya savaşı ve ucuzluk vardı. Film saati yaklaştığında elimde üç-dört poşet vardı ama hiç pişman değilim ve size de tavsiye ederim. Özellikle Mavi’de çok güzel t-shirt’ler 9,95 YTL. Alışverişe o kadar dalmışım ki benden sonra gelen arkadaşlarımı da beklettim.

Tahmin ettiğimden daha kalabalık bir kadroydu. Cihan, Nuray, Emine –henceforth EMO- ve beklenmedik bir şekilde İlker. Her zamanki gibi şortu, uzun çorapları ve garip ayakkabısıyla. Filmin başlamasına yakın Özgür ve Esra da eklendi kadroya.

Film beklentileri karşılar mı bilmiyorum ama ben çok beğendim. Çok büyük bir beklentiyle gelen İlker epey hayal kırıklığına uğradı. Spoil etmemek için daha fazla ayrıntı vermiyorum çünkü bu satırları okuyanlarınızın önemli bir bölümü bu filme gidecektir.

Film arasında beni anırtacak kadar güldüren şöyle de bir olay oldu. Uzun süredir de bu kadar gülmemiştim. Fuayeye çıkarken hafif esmer ama yabancı olduğu belli olan bir kişi bana İngilizce bilip bilmediğimi sordu. Olumlu yanıt aldıktan sonra da korku dolu gözlerle, ‘What happened to the movie?’ diye sordu. Sorunun arkasındaki muhtemel post-modern kaygıları düşünerek bir süre bocaladım ama olay anlaşıldı ki genç dostumuz sinemalarda verilen araya pek alışık değildi. Ona bunun normal olduğunu, filmin ortasında verildiğini ve sadece bir kez olduğunu anlatarak endişesini gidermem epey zaman aldı. Genç adam yanımızdan ayrıldıktan sonra da, bir adım yanımda duran Cihan’la adamın kaygı dolu bakışlarını anımsayarak ve olayı baştan birbirimize anlatarak koptuk. Çok gülmüş olmalıyız ki insanların garip bakışları birden bize yöneldi.

Film çıkışı Esra ve Özgür Taksim’e gitmek için ayrıldı. Biz de, karnımız acıktığı için, Ortaköy’de benim sıklıkla gittiğim ve dostlarımı da götürmekten büyük keyif duyduğum Dürümce’ye gittik. Buranın gelişim sürecini de başka bir yazıda anlatmak istiyorum.

Eve döndüğümde saat 2’yi geçiyordu. Annemin de uykusu kaçtığı için konuştuk biraz. Annem bütün yakın-uzak akrabalarla ilgili haberler ve dedikodular hakkında beni bilgilendirdi. Bir süre sonra dikkatimin arka fonda çalan müziğe kaydığını farkettim.

Grup Gündoğarken’den Burhan ve Gökhan Şeşen kardeşlerin şarkılarına...

elimde olsaydı
o günlere dönmek
takvimlerin yapraklarını
yırtarım tek tek...

karmaşık düşüncelerle uykuya dalmışım.

25 Temmuz 2008 Cuma

ah kavaklar

'Kavaklar'mış aslı şarkının. Sezen Aksu'nun 88'de çıkan albümünde yer almış. Sözleri de Sivas Katliamı'nda yaşamını yitiren Metin Altıok'a aitmiş...

Gecenin bir yarısı bu şarkıyla tanışma öyküm ise hayli ilginç. Bir araştırma için, google'da ismini aradığım bir akademisyenin New York'da bir grup kurduğunu farketmemle başladı bu tanışıklık. 2005 yılında kurulan ve Ermenice, Kürtçe ve Türkçe şarkılar söyleyen 'Nour' grubunun sitesinde dinlenilebilecek şarkılar arasında, ah kavaklar.

Daha sonra şarkının Sezen Aksu versiyonunu da hemen dinledim. Hatta Sabahat Akkiraz'ın sesiyle, Erkan Oğur'un da enstrümanlarıyla yer aldığı bir diğer yorumu dinlemek de geceme renk kattı. Youtube'a uygulanan sansür nedeniyle link vermek pek anlamlı değil ama proxy sitelerinden şarkının değişik versiyonlarına kolaylıkla ulaşılabilir.

Umarım, sevgili dostum Sarper'in son yazısında uyardığı gibi, blogosfere dahil olmam akademiyle ilişkime sekte vurmaz. Yaptığım araştırma şarkıyı dinlemeye başlamamla birlikte çoktan yalan oldu zaten. Araştırma önemli değil de, bu şarkıyı dinledikten sonra insan sanırım hayatına normal bir şekilde devam edemez. Aslında şarkı da tam olarak bu devam edememe durumunu anlatıyor.


Pek de iyi geçmeyen şu günlerde, altın vuruş yapmak için en iyi seçim bu olsa gerek:)

Sözlerini de yazalım, tam olsun.


ah kavaklar ah kavaklar
bedenim üşür yüreğim sızlar

beni hoyrat bir makasla
ah eski bir fotoğraftan oydular
orda kaldı yanağımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar

ah omuzumda bir kesik el ki
hala, hala durmadan kanar

ah kavaklar ah kavaklar
acı düştü peşime

ah kavaklar ah kavaklar
ardımdan ıslık çalar

23 Temmuz 2008 Çarşamba

yazmasaydım çıldıracaktım

Ne güzel söylemiş Sait Faik, "yazmasaydım çıldıracaktım". Herşeyin farkında olup da hiçbir şeyi değiştiremeyenlerin tutunduğu tek dal olsa gerek, yazma edimi. Oğuz Atay'ın, Yusuf Atılgan'ın ve daha nicelerinin anlattığı umutsuz farkındalık hali.

Belki de zamanı gelmemişti dedim kendi kendime neden daha önce başlamadığımı yanıtlarken. Aslında daha önce de niyetlenmiştim yazmaya. Daha eski zamanlarda, kalemi kağıdı elime aldığım da çok oldu. Hatta bir gün süren bir günlük tutma hikayem var ki ileride paylaşmayı da düşünüyorum. Kısacası bu tarz denemelerin bir türlü devamı gelmedi nedense. Belki de gerçekten çıldırma aşamasına gelmemiştim.

İtiraf etmeliyim, siz okuyun diye yazmıyorum. Belki biraz içini dökme, biraz rahatlama belki de başka motivasyonlarla. Günlük tutmanın da modası geçti sanırım. Hayatımızı gözler önüne sermeye alıştık belki BBG'den beri. İçten içe Tayyip benim telefon konuşmalarımı da dinlese diyenlerinizi duyar gibiyim.

Neyse efendim, lafın özü, sanat sanat içindir. Elbette buradaki yazılarda sanatsal bir kaygı gütmeyeceğim. Büyük ölçüde itiraf etme, gözlemlerimi aktarma ve başımdan geçenleri anlatmayı planlıyorum. Okuyan eden olursa da yorumlarını gerçekten merak ediyorum.

Hadi hayırlısı...