24 Ağustos 2008 Pazar

the curse of the jade scorpion

Dün gece TRT 2'de karşıma çıkan ve annemle birlikte izlediğimiz eğlenceli Woody Allen filmi. Kimileri Woody Allen sinemasından pek hazzetmese de son iki yıl içerisinde 10-15 filmini izlemiş bir hayranı olarak bu filmini de beğenerek izledim. Annem de filmi epey beğendi-sanırım annemle zevklerimiz ve karakter yapımız büyük ölçüde örtüşüyor.

İzlemeyenlere de tavsiye edilir.

Filmin ana fikrini özetleyen şu cümleyi de aktarmadan geçemeyeceğim:


"her zaman bunu yapıyorsun, kararları burada -kafasını göstererek- veriyorsun, burada değil -kalbini göstererek-. burada(beyinde) alınan kararlar, burada(kalpte) alınanlar kadar güvenli değildir. çünkü bunlar gri hücreler, bu da kan. ve kan tüm vücudu dolaşır. bu nedenle ne olup bittiğinden haberdardır. gri hücreler ise sadece yatar ve düşünür."



P.S 1. Alıntıladığım cümle için sözlük yazarı anahita'ya teşekkürlerimi gönderiyorum.
2. Gelen şikayetler üzerine artık yazıların kısa olmasına daha fazla dikkat edeceğim.

21 Ağustos 2008 Perşembe

gre maceram

GRE, son bir aydır abuk subuk kelimelerini ezberlemek için kastığım ve birkaç dakika önce ETS adlı küresel sömürü mekanizmasına 170 $ bayıldığım sınav.

Sınava hazırlık süreci zaten yeterince yorucu ama bir de başıma şöyle bir talihsizlik geldi. Sınav tarihi olarak -kendi programıma ve çalışma tempoma uygun olduğunu düşündüğüm için- 11 Eylül'ü seçtim ve ödemeyi yaptıktan sonra yaptığım travmatik hatayı farkettim. Bilindiği gibi Amerikalılar ve daha da genelde 'Batılılar' 9/11'dan sonra iyice paranoyaklaştı. Umarım bizim sınavın bilgisayar tarafından değil de uzmanlar tarafından okunan 'analytical' kısmı güme gitmez.

Bilemiyorum, belki de 'müslüman' ve doğulu' toplumlara ait bireyler olarak biz paranoyaklaştık.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

büyük odanın kerameti

Yakın çevreme sıkça bahsettiğim gibi Acarlar'daki evimden çok memnunum. Bunun en önemli nedeni aynı daireyi bir sene boyunca paylaştığım İlker, Emre Kalafatlar ve Taylan'la tahminimin çok ötesine geçen dostluğum. Elbette bir diğer nedeni de kaldığım dairenin fiziksel özellikleri. Biraz da şansımın sonucu olarak Koç Üniversitesi'ne ait dairelerin en güzelinde oturuyorum. Gezdiğim bütün evlerden açık ara önde. Çok daha geniş, bakımlı ve konforlu bir daire. Zaten yurt yönetimi de ellerindeki en güzel dairenin bu olduğunu defalarca belirttiler. Ne var ki, seneye de bu dairede olup olmayacağımız uzun süre kesinlik kazanmadı. Ev sahibinin evi satma planlarının suya düşmesiyle birlikte -ve yurt yönetiminin de desteğiyle- önümüzdeki sene de bu dairede kalacağımız kesinleşti.

Dairede dört oda bulunuyor. Bunlardan ikisi küçük, birisi büyük, biri ise ebeveyn odası -yani hem çok büyük hem de içerisinde kendine ait banyosu ve tuvaleti var. Ebeveyn odasında İlker kalıyordu, diğer büyük odada da Taylan. Onlar master ikinci sınıf oldukları ve tezlerini yazıp bitirdikleri için evden ayrılacaklar -hatta Taylan çoktan evden ayrıldı, İlker ise Ankara'ya gitmek için birazdan yola çıkacak ve odayı boşalttı bile.

Haliyle diğer Emre de ben de İlker'in boşalttığı ebeveyn odasına geçmek istiyorduk. Uzun süredir konuştuğumuz bu konu İlker'in gitme gününün gelip çatmasıyla karar aşamasına geldi. Değişik fikirler ortaya attıktan sonra en iyisinin işi şansa bırakmak olduğuna karar verdik. Zar atarak odaya kimin geçeceğini belirleme konusunda anlaştık. 100 rakamına ilk ulaşan ebeveyn odasına geçecekti.

Kaybeden tarafın teselli bulması adına da şöyle bir karara vardık: Kazanan bütün sene boyunca diğerinin temizlik parasını ödeyecekti. Yani iki haftada bir gelen temizlikçinin ücretini- ki bu da sekiz haftalık bir dilimde 40 milyon yapıyor.

Kuralları belirledikten sonra zarları atmaya başladık. Büyük attığı için Emre Kalafatlar başlayacaktı. 9'la başladı. Bense ona 10'la karşılık verdim. 24-24 ve 48-48 gibi eşitliklerde mücadelenin ne denli çetin geçeceği anlaşıldı. Biz zarları atarken, İlker de bir yandan hakemlik görevini yürütüyor bir yandan da NBA spikerlerinden eksik kalmayarak her zardan sonra avaz avaz bağırıyordu.

60'lı sayılara kadar ufak farklarla oyun ilerledi. Şu an elimde tuttuğum kağıda göre 9. turun sonunda skor şöyleydi: Kalafatlar 69 - Bayram 65.

Oyun sanırım bu aşamadan sonra kırıldı. Emre 1-1 attı. Bense buna 6-6'yla karşılık verdim. Fark birkaç tur bu şekilde devam etti. Emre sonlara yaklaşılırken 6-5 atarak yeniden ümitlendi. Emre, 13. turdaki atışını yaptıktan sonra 91'e ulaşmıştı. Bense 12 atış yaparak 89'daydım.

Sıra bendeydi.

Zarlar elimden fırladığında pek de birşey düşünmedim. İkimiz de -pardon üçümüz de- belirgin bir şekilde eğleniyorduk.

Zarlar uzun süre yuvarlandı.

6-6 gelmişti.

Uzun süredir hayalini kurduğum büyük oda benimdi artık.

Tebrik ve teselli faslından sonra İlker bana -sanki daha önce hiç girmemişim gibi- odasını gezdirdi. Eşyaları nasıl yerleştireceğimizi konuştuk bir süre. İlker, banyonun camındaki vazoda duran bambu ağacının suyunu ne sıklıkla değiştirmem gerektiğini bana anlatırken, farkettim ki büyük bir miras devralıyorum.

Sanırım İlker'in hayaleti o odadan hiç gitmeyecek. Özlenecekti, şimdi daha da özlenecek...

Kazanandan sonra sıra kaybedene gelmişti. Odasını gururla teslim eden İlker -ki beni odaya alırken belime gelinlerin bekaretini temsil eden kırmızı bir kuşak bağladı- Emre'ye daha önce yapıp çerçevelettiği bir puzzle'ı da teselli niyetine teslim etti.

Bana gelince... İstediğim şeyin olması beni sevindirdi açıkçası. Kaybeden tarafın da insanın arkadaşı olması ufak bir burukluk yaratıyor. Zamanla normalleşecektir sanırım herşey.

Bunlar bir yana asıl burukluk yaratan şeyse, İlker'in ve Taylan'ın yerinin dolmayacak olması. İlker'i Madrid'te, Taylan'ı ise Los Angeles'ta ziyaret ederek hasret gidereceğim. Umarım bu ayrılık yeni dostluklar için bir fırsat oluşturur.

Giden sevgililer için ağlamıştım daha önce ama giden arkadaşlar için ağlamak...

Çok sulugöz bir adam oldum bu aralar.

Hadi hayırlısı...

Hayatıma giremeyen kadınlar (bölüm 1)

Gecenin bir yarısı GRE çalışırken aklıma geldiler. Birkaçının soyadını bile hatırladım. Hatta aralarında Google’dan ismini aradıklarım, Facebook’tan hesabına ulaştıklarım bile oldu. Ama sırayla anlatacağım, biraz sabredin…

Galiba hayatıma ilk giremeyen kadın Tuğçe’ydi. Tipini hatırlamasam da ismini ömrümün sonuna kadar unutmam imkânsız. Dört yaşında olmalıyım, kreşe gidiyordum ve anlamsız bir şekilde –bugün bile ne olduğunu anlayabilmiş değilim- bu sarışın kızı seviyordum. Kızla ilgili tek hatırladığım şey kıza evlenme teklif etmiş olmam ve kızın da bana tokatla cevap vermiş olması. İkimizin de o yaşlarda filmlerden bu kadar etkilenmiş olmasını pedagoglar bir gün mutlaka incelemeli. Bu kız, hatırladığım ilk aşkım olmasının ötesinde, ailemizde derin bir iz bıraktı. Beni çok seven Kudret Teyzem benden beş yaş küçük kuzenimin adını benim isteğimle Tuğçe koydu. Kuzenim Tuğçe de ilk aşkım Tuğçe gibi şarışındı çünkü. Dolayısıyla benim ilk aşkımı ailede herkes hatırlar, sanırım en çok da kuzenim Tuğçe. Diğer Tuğçe’nin şimdi ne yaptığını bilmiyorum, umarım mutludur.

Hayatıma giremeyen ikinci kadın Aslıhan’dı. Aslıhan’la ilkokul ikiden son sınıfa kadar sıra arkadaşı olduk. Aramızda aşk-nefret ilişkisi olduğunu düşünmüşümdür hep. Aslıhan ve ben sınıfın en çalışkan iki öğrencisiydik. Aslında o benden daha çalışkandı ama itiraf etmeliyim ki ben daha zeki oluşum itibariyle arkadaşlarımdan da öğretmenimden de hep daha fazla itibar gördüm (bizim okul düzenli olarak bilgi yarışmalarına katılırdı, bu yarışmalara katılacak öğrenciler de bir ön eleme sınavıyla ve öğretmenin seçimiyle belirlenirdi ki her sene bu yarışmalara bizim sınıftan ben katıldım). Tabii, kızın bana Anadolu Lisesi sınavlarında taktığını da itiraf edebilecek kadar zaman geçti aradan. Bu arada, bugün fark ediyorum da öğretmenimiz bizi yıllarca yan yana oturtarak epey bir deneysel çalışma yapmış olmalı, neler geçiyordu acaba kafasından? Eğer ilkokulu bitirince ailem Ankara’dan İstanbul'a taşınmasaydı, ortaokul ve liseyi de muhtemelen beraber okuyacaktık Aslıhan’la -sıra arkadaşı olarak geçen yeni bir yedi yılı tahayyül bile edemiyorum. Aslıhan şimdi doktor olmuş (biz hala bi bok olamadık). Uzmanlığını da nörolojide yapıyormuş (bir zamanlar benim de sinirlerimi germişti, o zamandan antrenmanlara başlamış anlaşılan). Neyse efendim, kendisine hayatta başarılar diliyor ve önümüzdeki aşklara bakıyoruz.

Aslıhan’a bağlılığım uzun süre sürdü, ta ki beşinci sınıfta dershanede aynı sınıfı paylaştığım Ümran’la tanışana kadar. Aslında dershaneye gitmeye başlamamla beraber bende de ilginç değişimler olmuştu. Dershaneden eve yürüyerek gidiyor, eve gitmek için değişik yolları öğreniyor, yeni arkadaşlar ediniyor ve biraz daha büyüdüğümü hissediyordum. Dershanedeki sınıfta da epey popüler bir tip olmuştum. Hatta ilk defa bir kızın benden hoşlandığını hissetmiştim hayatımda ki kız bugünden bakınca bana açık açık yazıyormuş. Bu kızın adını hatırlamıyorum, sık sık sınıfa kızını ziyarete gelip beni sevdiğini belli eden annesini de- beni seven kadınların annelerinin de beni sevmiş olması, bunu düşünmem gerek galiba). Bense Ümran’dan hoşlanıyordum. Tabii hiçbir zaman söyleyemedim bunu ona ama kalemini ödünç aldığım bir gün kalemiyle beraber ona bir çikolata verdiğimde hislerimi yansıttığımı düşündüm hep. Bence o da beni seviyordu ama olmadı işte. Hem olsa ne olacaktı, daha on yaşındaydım. Dershane bittiğinde de ben bu kızın peşini bırakmadım, o yaştaki azme bak. Benden iki yaş küçük kuzenim Çağrı’yla beraber iki kafadar kızın oturduğu sokağa gittik. Güneşin altında bir iki saat geçirdikten sonra hem benim içimdeki umut söndü hem de Çağrı karnı acıktığı için çoktan sızlanmaya başlamıştı. Ümran’la olan aşkımız o gün o sokakta umutsuz bir şekilde bitti. Düşünüyorum da o günden bugüne çok değişmemişim. Aşkın zamanında kıymetini bilmeyip sonra yollara düşüyorum, bize kalan kös kös dönmek oluyor. Ümran artık nişanlanmış. Facebook hesabında yazılanlara göre son günlerini de nişan telaşıyla geçirmiş. Kendisini tebrik ediyor, hayatta mutluluklar diliyorum.

Arkası yarın ya da başka zaman…

3 Ağustos 2008 Pazar

cevahir'in otoparkı

Bugün öğrendim ki Cevahir Alışveriş Merkezi'nin otoparkı gece 1'e kadar açıkmış. O otoparka gidişim, nedense, bir katilin olay sonrası cinayet mahalini gezmesi hissiyatını uyandırdı.

'Seni yeneceğim Cevahir' diyerek otoparkta bağrırmak da insanı baya rahatlatıyormuş, ben bugün bunu öğrendim.

istersem dünyayı değiştirebilirim!

Blogosfere dahil olalı henüz çok zaman geçmedi. Gayet de acemi olduğum söylenebilir. Ancak yine de aldığım tepkilerden belirli bir kitle tarafından takip edildiğimi söylesem sanırım abartmış olmam ki bu da beni gayet mutlu etmekte. Hatta en büyük takipçimin de Alper olduğunu bu hafta sonu öğrenmiş oldum. Yazıları o kadar dikkatli –ve sanırım defalarca- okumuş olacak ki en küçük ayrıntıları bile hatırlıyordu. Şaşırmadım desem yalan olur. Yazıların okunması konusunda beni paranoya noktasına sürükleyen ise bu hafta içerisinde okuduğum bir haber oldu.

Hatırlarsanız, önceki hafta kooperatif toplantısındaki gözlemlerimi ve rüşvet mevzuunu anlatmıştım. Bu hafta içinde gazetelere göz atarken ilginç bir haberle karşılaştım. Bizim belediye başkanı, habere göre, geçirdiği soruşturmadan sonra İçişleri Bakanlığı tarafından görevinden alınmış. İçişleri Bakanlığı’nın benim blogu takip ettiğini düşünmek elbette saflık olacaktır. Ama insan yine de bu tarz tesadüfî olaylarda kendine pay çıkarmayı ve dünyayı bir nebze olsun değiştirebileceği fikrine sarılmayı seviyor.