15 Ekim 2008 Çarşamba

ebru

Henüz 'ebru'yla ilgili bilgim 'ben dün ebru yaptım' düzeyinde olduğu için bu yazıdan çok fazla birşey beklememek gerekiyor. Bu arada Ebru da bu adamın 'hayatına giremeyen' başka bir kızın adı mı diye düşünen -ki ilk cümleden sonra hala bunu düşünüyorsa ciddi sorunları var demektir- kişilerin de hevesini kursağında bırakacağım. Bir bezeme sanatı olan 'ebru'dan bahsediyorum.

Koç'taki ilan panosuna asılan ilanlar genelde ilgimi çekmez. Çoğunlukla kariyer planları, MBA toplantıları, tekno müzik partileri gibi şeyler olur. Ebru Kulübü'nün ilanı ise tanıtım toplantısı için beni kulüp odasına kadar sürükledi. Kısa bir bilgilendirme toplantısının hemen ardından ilk ebru deneyimimi de yaşamış oldum. Hiç de fena sayılmazdı. Belki büyülenmedim ama çok hoşuma gitti.

Ebru'nun kendine has ilginç terimleri varmış: tekne, kitre, biz, sergen gibi. Benim öğrenebildiklerim şimdi bunlar. Ebru'yla ilgili şeyleri öğrendikçe paylaşmayı düşünüyorum.

Bir de farkettim ki inanılmaz kafa açıcı bir aktivite. Ebru yaparken aklıma çok hoşuma giden bir statement of purpose (sop) girişi geldi.

Kısacası ben sevdim. Tek kusuru kalabalık gruplarda zaman kaybının çok olması. Umarım yarım bırakmam.

14 Ekim 2008 Salı

güzel günler

Bu memlekette güzel birşey olmayacak mı sorusunu defalarca sormuşuzdur kendimize. Sanırım 2006 yılından beri de gerginleşen siyasal ortam -cumhurbaşkanlığı seçim süreci, seçimler, terörün yeniden tırmanması, ekonomik kriz vs.- da bu halet-i ruhiyemize tuz biber ekiyor. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda ulusal takımın -bkz. cumhuriyet okurum demenin alternatif yolları- başarısı dışında toplumca sevindiğimiz çok az olay vardır herhalde.

Şahsım adına Hakkari'den -bedensel bir özrü bulunması rağmen- ÖSS'de derece yapan çocuk haberi bende ufak bir tebessüm yaratmıştı. Benzer bir duyguyu bu haberi okurken de hissettim. Ara sıra güzel şeyler oluyor, kıymetini bilmek lazım ve de biraz safça umut etmek.

Güzel günler göreceğiz çocuklar, güzel günler.  

12 Ekim 2008 Pazar

Filmekimi Isarıtah

Bu seneki Filmekimi biraz güme gitti. Her sene bizi motive eden kişi Sarper olurdu, çoğunlukla biletleri almak için çaba sarfeden de. Bu sene onun çalışmaya başlaması ve biletlerin satışa çıktığı günün perşembe olması bizi zorla da olsa Biletix'e mahkum etti. Biletix'e bir sürü para bayılmamızın yanında istediğimiz filmlerin birçoğuna da bilet bulamadık. Ben üç filme bilet aldım.

Cuma saat 13.30, konferanstan çıktıktan sonra, 'Standard Operating Procedure' adlı belgesel filme tek başıma gittim. Son zamanlarda belgesel formatı biraz sıkıcı gelmeye başlasa da konu ilgimi çekmişti. Amerikalı işgal kuvvetlerinin Ebu Garip hapishanesindeki taciz ve işkencelerini konu alan bu belgesel doğrudan bu fiili işlemiş ve ceza almış askeri personelle yapılan görüşmelerden ve onların çektiği fotoğraflardan oluşuyordu. Vahşet ve insalık dışı muamaleyi anlatmayacağım, eminim hepinizin fikri vardır. Asıl iletilmeye çalışılan mesaj aslında yapılan birçok eylemin SOP (standard operating procedure) olması yani bu alt düzey askeri görevlilerin bunu emir dahilinde yapması ya da en azından buna göz yumulmasıydı. Elbette, bu soruşturmadan sonra ceza alan en üst düzeyli subayın teğmen olması da size her zaman her yerde işlerin nasıl yürüdüğünü bir kez daha hatırlatacaktır. Film biraz uzun olmasının dışında güzeldi.

Gece 12'de ise merakla beklediğim Woody Allen'ın son filmi 'Vicky Christina Barcelona'yı izleme fırsatı buldum. Belki en iyi WA filmi değildi ama son derece eğlenceli ve her zamanki WA tarzıyla kadın-erkek ilişkilerini sorguluyordu -bu sefer Manhattan sınırlarının dışına çıkarak. Filmden sonra filmi beğenmeyen Sarper'le Bambi'de birşeyler tıkınırken filmdeki teknik hataları konuştuk. Daha doğrusu o anlattı ben de dinledim. İzlerken pek de teknik konulara dikkat etmemiştim, pişman olduğumu söyleyemeyeceğim.

Masallardaki gibi uyudum uyandım ve festivaldeki son filmimi izlemek üzere 10.27'de evden çıktım. Cumartesi sabahı sokaklar sessizdi ama otobüs beklememe fırsat vermeden geliverdi. Festivale gittikleri her hallerinden belli olan bir çiftin ön koltuğuna oturdum. Biraz sonra arkadaki kız derin bir naftalin kokusunu farkettiğini belirtti. Yanındaki arkadaşı kendinden gelmiş olabileceğini belirterek ceplerini yoklarını. Yanılıyordu, koku buram buram benden geliyordu. Kışlıkları yeni çıkaran annemin montumu havalandırmasına ya da yıkamasına izin vermeden üzerine geçiriveren benden. Dün akşam Sarper de bu durumdan huysuz bir şekilde şikayetlenip durmuştu zaten.

Otobüs hızlıca yol alırken ben de erken gittiğimde nerede beklesem diye düşünüyordum, düşünmez olaydım. Çırağan'ı geçip Beşiktaş'a yaklaştığımızda anlamsız bir trafikle karşılaştık. Polis yolu kesmişti ve bir adım bile ilerleyemiyorduk. Bu sırada Sarper'den mesaj geldi, trafik ilerlemiyordu, o da Zincilikuyu tarafında kalmıştı.

Ben Taksim'e geldiğimde saat 11'di, sinemaya vardığımda ise 5 dakika geçmişti ama hala şansım vardı- elbette biletlerim yanımda olsaydı. Hem benden daha dikkatli hem de çantası olduğu için dün gece biletleri Sarper'e vermiştim. Sarper geldiğinde saat 11'i 20 geçiyordu. Arada geçen 15 dakika ise bir hayli hareketli geçmişti. Elbette o beklenmedik trafikte geç kalan sadece bizler değil onlarca kişiydi ve bilet alıp yollara düştükleri 'Zamanın Külleri'ni görmek istiyorlardı. Kavga, bağırış, çağırışlar arasında benim en çok dikkatimi çeken kendinden bir 30 santim ve 40 kilo fazla olan görevliyi iterek filme giren bir kadın oldu. Bu sanat aşkıyla bu memleketin sırtı yere gelmez dedim.

Filmekimi benim için cumartesi sabahın o saatinde son bulmuş oldu. Sanatsever festival seyircisine göz kırparak selam edelim buradan.

imza atmak zor iş azizim

Cuma günü hayatımda ilk defa birisi benden imza istedi. Elbette resmi bir belge için değil, kendi yazdığım bir eser için.

Cuma sabahı TÜSİAD-Koç Ekonomik Forum'un Marmara Otel'de düzenlediği 'Küresel Kapitalizmin Geleceği ve Türkiye' adlı konferansa dinleyici olarak katıldım. Konuşmacılardan birisi de asistanı olduğum ve birlikte çalıştığımız Ziya Hoca idi. Hem son zamanlarda konu üzerinde çalışmam hem de Ziya Hoca'nın konuşmasını birlikte hazırlamamız nedeniyle olayın bir hayli içerisindeydim. Dahası, Ziya Hoca ile birlikte yazdığımız ve birkaç hafta içerisinde yayınlanacak makalemiz de bu konuyla örtüşüyordu ve konferansta dinleyicilere dağıtıldı.

Dağıtılan bu makaleden anı olması için bir tane de ben aldım. Dağıtılan diğer makale ve materyallerle beraber elimde tutarak dinledim konuşmaları. Yanımda oturan kişi -yaşı itibariyle amcayla dede arasıydı- bu makalelerden kalmadığından yakındı. Ben de kendisine verebileceğimi söyleyerek makaleyi uzattım. Teşekkür etti ama benim okuyup okumadığımı sordu. Ben de 'ben yazdım zaten' diyerek cevap verdim (bkz. karizmatik cevaplar). Şaşkınlıkla karışık bir hoşuna gitme ifadesi belirdi adamın yüzünde. Makaleyi bir şartla alacaktı, imzalamam gerekiyordu. Önce yazılarını imzalayacak kadar önemli biri olmadığımı söylesem de adamın bu teklifini geri çevirmek kabalık olacaktı. İlk sayfanın üzerine özensiz bir imza bıraktım.

Bu imzayı düşündüğümde içimi burkan bir acemilik yüzüme çarpıyor. Herhangi bir kağıdı imzalar gibi imzalamıştım. Sevgilerle ya da adamın adını yazmak icap ediyordu galiba. Neyse tecrübe kazanmış biri olarak bir dahaki imzamı daha dikkatli atacağım, umarım.

yok be babacan!

Yazacaklarım birikti uzun süredir. Bir bakıma da sevindirici tabii bu gelişme, üzerimdeki atalet duygusunu atıp çalışmalara dönme bakımından.

En son yazımı yazdığım salı günü itibariyle üzerimdeki sıkıntıyı hala atamamıştım. Akşam saat 9 gibi karnımın acıktığını farkettim. Ne birşeyler hazırlayacak enerjim ve malzemem vardı ne de siparişle gelebilecek yemeklere karşı iştahım. Dışarıda soğuk ve keskin bir hava olmasına rağmen arabaya atlayıp Sarıyer'e indim. Niyetim Özcan Baba'dan ekmek arası karşık ızgara alıp sahilde bira eşliğinde tıkınmaktı. Arabayı Özcan Baba'nın biraz ilerisine park ettikten sonra yürümeye başladım. Cadde üzerindeki balıkçı dikkatimi çekti. Epeydir yememiştim. Yaklaşık yarım kilo balık yedikten sonra 8 lira ödeyip çıktım -ki hem balıklar inanılmaz lezzetliydi hem de babacan balıkçı amca ben bitirdikçe getiriyordu. Mekanlarda standardizasyon konusunda takıntınız yoksa -ekmeğin arasındaki köftenin 97, 96 ya da 98 değil, gram olması gibi bu tarz mekanları seversiniz. Elbette önceki hafta Özcan Baba'da yaşadığım gibi benim köftelerimden bir tanesini yoldan geçen arkadaşına vermesi gibi talihsiz durumlar da yaşayabiliyorsunuz. Neyse efendim, hayat da böyle bazen kazanıyor bazen kaybediyorsunuz gibi yüzeysel bir yorumla konuyu kapatalım.

Karnımda inanılmaz bir ağırlıkla sahile doğru yollandım. Araba gözümün öznünde dursun diye de Carrefour'un otoparkına çektim. Duvara iyice yaklaşarak arabayı park ettiğim anda bir 'şarapcının' duvarın dibine atılmış bira şişelerini toplamaya çalıştığını, benim duvara fazla yaklaşmam nedeniyle de aradan geçemediğini farkettim. 'Baba seni de rahatsız ettik diyerek' arabayı bir iki gıdım geriye aldım. Amca da bütün sevimliliğiyle seslendi: 'yok be babacan, ben geçerim' diye. Sonra para istedi. Elime cebime atıp birşeyler verdim. Laflayarak yürümeye başladık. 50-55 yaşlarında Sarıyer'in yerlisi olduğu belli olan hayata tutunamamış biriydi. Sahil kasabasında -ki Sarıyer inadına kasaba olmaya devam etmektedir- yetişmiş bir insanın bütün karakteristik özelliklerini taşıyordu- ki bu İstanbul'da olsa bile sahil semtlerinde büyüme halini hem kendi gençlik deneyimlerimden hem de babamın balıkçı arkadaşlarından biliyorum, bir ara anlatmak isterim. Saçı sakalı birbirine karışmıştı ama üstü başı kirli değildi. Yürüyerek lafladık. SSK maaşını alamadığını anlattı durdu. Ablası primlerini yatırmış ve emekliliği hak etmişti ama hala maaşı bağlanmamıştı. Fındıklı'ya mı yoksa Zeyrek'e mi gitmesi gerekiyordu. Yardımcı olamadığım için üzüldüm. Ben bira almak için o da topladığı şişeleri teslim etmek için Tekel bayiinin önüne kadar yürüdük. Ona da bir bira alıp sohbete devam etmek aklımdan geçti ama tadında bırakmakta fayda vardı -küçük burjuva ortayolculuğumu sorgulayarak banklara doğru yürüdüm.

En sevdiğim banka oturarak demlenmeye başladım -farkediyorum ki hayatta insanın neyi sevdiğini bilmesi büyük fazilet, yaşım ilerledikçe buna daha çok önem vermeye başladım, hayatı anlamak bilmek diye birşey yok galiba, kendini bilmek ve de sevdiğin şeyleri bilmek var. Yanımdaki bankta benim yaşlarımda -belki biraz daha büyük- iki muzip genç laflıyorlardı. Arada bana da laf attıkları için muhabbetlerine dahil oldum.

Sarıyer'in dinginliği bir kez daha içimi açtı. Seviyordum burasını. Bana yaşattığı birçok güzellik gibi 'babacan' lakabını takmıştı. Hoşuma gitti doğrusu.

Havanın soğukluğu rahatsızlık verici noktaya gelince kalktım. Eve dönmek gerekti...

7 Ekim 2008 Salı

bunalım tripleri

Sıkıldım galiba bu aralar. Kendimden, yaptıklarımdan, insanlardan... Ara ara gelir bana böyle. Belki de mevsim geçişiyle ilgili, bilemiyorum. Uzunca bir süredir bir türlü kafamı toparlayamıyorum. Neleri yapmam gerektiğini biliyorum, başlayamıyorum. Yaptığım işler içerisinde en çok dikkatimi verdiğim şeylerin blogda yazdığım yazılar olması tasadüf olmasa gerek. 

Bu durum iki haftadır sürüyor. Gittikçe de can sıkıcı bir hal almaya başladı. Hayır, beni sıkan işi gücü bitirememek değil. Kendim için kitap okusam, film izlesem, çıkıp dolaşsam yine üzülmeyeceğim ama vaktimi boşa geçiriyorum. Üzerimde anlamsız bir uyuşukluk var.

Epeydir üzerinde çalıştığım neredeyse tek konu Amerika'daki finansal kriz. Ziya Hoca'yla birlikte krizin boyutlarını ve Türkiye'ye olası etkilerini anlamaya çalışıyoruz. Bütün diğer işler dururken neden bu konuya çok asıldığımı anlayamıyorum ama galiba bilinçaltımda Amerika'nın krize girmesinden marazi bir keyif aldığım söylenebilir. Şaka bir yana bu krizin hem Türkiye'ye yansımaları hem de benim Amerika planlarım için öldürücü olabileceğini hatırlayan beynim bir silkelenip kendine gelme hali yaşadıktan sonra uyuşuk temposuna geri dönüyor.  

Yaptığım işler -daha da genelde herşey- o kadar anlamsız gelmeye başladı ki hayatla ilgili planlarımı bile sorgular hale geldim. Akademi dışında iş bulup çalışsam ne oluru bile düşünmeye başladım ki ben kendi yakın çevremde gördüğüm en 'akademik' insan olduğumu düşünmüşümdür hep -iş hayatını kesinlikle düşünmeyip doktora yapmayı isteme babında. Sanırım bu biraz da Amerika'nın 100 bin nüfuslu şehirlerinde doktora yaparken bir yandan tempodan bunalan bir yandan da yalnızlık ve depresyon emareleri gösteren arkadaşlarımla konuştuğumda ya da onların yazdıklarını okuduğumda daha da belirginleşiyor. Tabii bunun yanında rahatını pek de bozmadan iyi bir maaşla çalışma alternatifini eklemek gerek. Bütün bunlardan öte, insan yaşı ilerledikçe ve deneyim kazandıkça, akademinin de kafasında idealize ettiği kadar iyi bir iş ortamı olmadığını daha net görmeye başlıyor. 

Bütün bunları düşünürken kendime gelmek için telkinlerde bulunuyorum. Hayatta en çok zevk aldığım şeylerden birinin ders anlatmak olduğunu, kendinden yaşça küçük ve dinamik insanlarla birarada olmanın insanı diri tutacağını ve esnek çalışma modelinin faydalarını düşünmeye çalışıyorum. 

Kaygılarımı paylaştığım arkadaşlarım bunun geçici olduğunu ve hemen herkesin benzer kaygıları yaşadığını söylüyor- yine de benim de böyle kaygılar yaşamama şaşırdıklarını belirterek.

Umarım çabuk atlatırım bu sevimsiz durumu. Önerilere açık olduğumu belirterek sonladırayım bu yazıyı. 

4 Ekim 2008 Cumartesi

hayatıma giremeyen kadınlar (bölüm 2)

Bir türlü başına oturup da devamını getiremedim. Biraz iş-güç biraz da çekindim galiba. İlk yazıda bahsettiğim üç 'kadın' ya hayatımda yoklar, ya da öylece duruyorlar bir yerlerde. Oysaki ikinci bölüme sakladığım üç kadın hala arkadaşlığımı sürdürdüğüm, en azından feysbuk'ta bağlantım olan insanlar. Madem siz istediniz -ki bu yazının neden devamını yazmadığımı ya da ne zaman yazacağımı soran insanlar oldu- yazıyorum. Ama psikopat sevgililerle falan uğraşacak yaşları çoktan geçmiş olduğumu düşünerek izninizle sadece adlarının baş harfleriyle hitap edeceğim onlara. 

İlkokulu Ankara'da bitirdiğim yaz İstanbul'a taşındık. Benim de kaydım evimize yakın olan Nişantaşı Anadolu Lisesi'ne yapıldı. İlk zamanlar çok bocaladığımı, İstanbul'a pek de ısınamadığımı bugünden bakınca daha net görüyorum. İllaki görüp etkilendiğim kişiler olmuştur ama geceler boyu uykularımı kaçıran platonik aşkım ortaokul yıllarında tanıştığım Z idi. Aynı servisle gidip geliyorduk. Yakın arkadaş olmuştuk, servis yolculuğu boyunca epey gülüp eğlenirdik. Eve gidince işin acılı kısmı başlıyordu ama. O kadar kaptırmıştım ki kendimi geceleri uyuyamıyor, derslerimi umursamıyor -örneğin matematikten 100 üzerinden 9 alacak kadar- ve genel olarak depresif takılıyordum. Sürekli okumanın ve edebiyatla uğraşmanın verdiği duygusallıkla ilk aşk şiirimi bile yazmıştım -ilk şiirim ilkokulda ödev amaçlı yazlığım bir şiirdi, sanırım çam ormanlarıyla ilgiliydi. Hatırladığım kadarıyla sürekli tekrarlanan kısmı şöyleydi: 'sarı sarı botları geliyor gözlerimin önüne; ışıl ışıldılar; karanlıkta parlıyorlardı..." Bu dizeler intihar eden bir adamın gözlerinin önüne gelen imgeleri anlatıyordu. Tabii bugünden bakınca sarı 'Caterpillar' botların 90'lar gençliğini anlatmasına mı sevineyim yoksa işi bu kadar abartıp depresif şiirler yazmama mı üzeleyim tam kestiremiyorum. 

Aşkıma karşılık alamadığım için Z de hayatıma giremeyen kadınlar listesine esastan dahil oldu. Ama bu sefer en azından açılmayı başarmıştım, telefonda olsa bile. Sonra unutuldu, hayat devam etti. Yıllar sonra -yaklaşık 8 yıl- Z'yi bizim okulun Lale gününde gördüm-neden bizim okulun pilav ya da talaş böreği günü olmadığını hep merak etmişimdir, sanırım cimriliklerinden, nasıl olsa lale yenilebilir birşey değil. Z'yi Lale gününde görmem elbette ilginç değildi ama ilginç olan çocukluk arkadaşım ve iki yan apartmanımızda oturan C-ki kendisi başka okuldandır- ile birlikte olduklarını farketmem oldu. Bu durum beni baya sevindirdi aslında. C'yi de Z'yi de severdim. Zaten sonrasında biryerlere gidip lafladık, eski günlerden konuştuk. C ve Z uzun süre çıktılar. Ben evleneceklerini düşünüyordum. Hatta C ile ne zaman karşılaşsak Z'ye selam gönderirdim. Yalnız son karşılaşmamızda -ki yine selam gönderdim- sanırım selamım yerine ulaşmadı. Feysbuk sağolsun C ve Z'nin ayrılık haberi bize de ulaştı hatta Z'nin yeni erkek arkadaşıyla boy boy resimleri sürekli anasayfamda belirir. Kendi adıma değil -banane ya- ama C adına üzülür dururum. 

Sağolsun bizim servis Kibele gibi bereketli olduğu için bana ortaokul/lise yıllarımın ikinci aşkını da bahşetti. Öncekine benzer şekilde bol bol eğleniyorduk servis yolculuğumuz boyunca. D benden bir devre küçüktü. Sevimliydi, güzeldi ve akıllıydı. Hala öyle -bu iki kelimelik cümle bana pahalıya patlayacak ama yazmadan edemedim. Sanırım önceki aşkın tecrübesiyle o kadar da depresif yaşamadım bu aşkı ve yine sanırım karşılık da aldım ama talihsizlik işte ya da daha doğrusu benim mallığım. İzin verin anlatayım.

Servisle eve döndüğümüz sıradan günlerden biriydi. D anneannesine uğramak için Ortaköy'de benimle inmişti. Kendisi Bebek'te oturur, ara ara anneannesine de gittiği oluyordu. Soğuk ve hafif yağmurlu bir günde beraber Ortaköy'de indik. Hemen evlerimize gitmek yerine sahile gitmeyi tercih etmiş olmalıyız. Banklardan birine aramıza fiziksel bir mesafe koymaya dikkat ederek oturduk. Biraz önce deli gibi geyik yaptığımız halde konuşacak pek birşey bulamamıştık. D resimle ilgileniyordu. Defterini çıkardı ve elimi çizmeye başladı. Ben de D için şiir yazmaya başladım. Bugünden bakınca romantik mi yoksa absürd bir sahne mi olduğuna karar veremiyorum bir türlü. İkimiz de birşeyler karaladıktan sonra bir şarapçı yanımıza yaklaştı. Adını hiç unutmuyorum- Yücel. Sanırım 'Y' blogumu okuyup peşime düşmez- paranoyanın bu kadarı. Yücel yanımıza gelip birşeyler geveledi. Bir ara defteri elimizden alıp 'en büyük Atatürk' yazdı sonra da bize nasihat etti: 'siz böyle geziyorsunuz ama yaşınız küçük" gibilerinden. İkimizin de yüzünün kızardığını ve saf bir şekilde 'öyle' olmadığımızı anlatmaya çalıştığımızı hatırlıyorum. Utanmıştık, belki de ikimizin de söyleyemediğini adam pat diye söyleyivermişti. 

Yücel yanımızdan uzaklaştı. Biz sessiz kalmaya devam ettik. Ben sessiz kalmaya devam ettim ve ayaklarım üşüyordu. Havaya pek de bakmadan ince giyinmiş bir de botlarım yerine daha yazlık bir ayakkabı tercih etmiştim. Bildiğin üşüyordum. Söylemedim, hiçbir şey söylemedim. Anneannesinin evine giden sokağa kadar birlikte yürüdük. Yol ayrımına geldiğimizde de son şansımı kaçırmıştım. 

Belki de yanılıyorum ama ben karşılıklı birşeyler olduğunu düşündüm ve biraz da salak olduğumu. D'yi uzun süredir görmedim. Feysbuk'tan öğrendiğime göre kendinden yaşça büyük biriyle beraber, mutlu görünüyorlar. Aslında önceki yaz gördüm onu. Otobüste bir aylık sakalım ve birbirine girmiş uzun saçlarımla karşısına çıkmak istemedim. Bu halim bana Ekşi Sözlük'te peder zickler'in 'bim'de eski sevgiliyle karşılaşmak' başlıklı mükemmel entry'sini hatırlattı-size de okumanızı tavsiye ederim. D ise güzeldi, baya güzeldi. Hayatıma girse daha mutlu bir adam olur muydum bilmiyorum ama farklı olacağım kesin.

Hayatımda karşılaştığım tek yol ayrımı D'nin anneannesi ile bizim evi ayıran yol ayrımı değildi elbet. D de unutulmuştu. Zaten D ortaokuldan sonra Alman Lisesi'ne gitmişti-gözden ırak gönülden ırak. Lise 2'de dersanenin de başlamasıyla yeni bir sosyal çevreye girdim. Dersanaede dikkatimi çeken ve yakınlaştığım kişi A idi. Kendisiyle sadece birgün aynı sınıfta bulunmuş ama arkadaşlığımızı sürdürmüştük -bu olay da benim TM'ci olup fen sınıfında okumak istememden kaynaklandı. Zamanla arkadaşlığımız ve benim platonik aşkım ilerledi. Arkadaşlığımız o kadar ilerlemişti ki A bana hoşlandığı çocuğu anlatmaya başlamıştı -bu noktadan sonra ruh halimi dünya üzerinde hangi dram ya da trajedi anlatır bilemiyorum. Buna benzer bir konunun konuşulduğu bir ICQ -sahi ICQ vardı ne oldu ona- muhabbettinde kendimi tutamadığımı ve aşkımı itiraf ettiğim hatırlıyorum. Saatlerce ağladığımı gizlemeyecek kadar da olgunlaştım galiba. 

A hayatıma ne girdi ne tam olarak çıktı. Saatlerce telefonda konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sanırım onu saplantı haline getirmiştim. Bu durumdan kurtulmak için hayatımın en doğru kararlarından birini verdim. Lise son sınıfta aynı dersaneye devam etmeyecektim hatta Beşiktaş'ta herhangi bir dersaneye gitmeyecektim. Ortaköy'de oturmama rağmen Kadıköy Değişim'e gitmeye karar verdim. Şansım o ki, hayatımda en sevdiğim arkadaşlarımın bazılarıyla da orada tanıştım. Güzel bir seneydi, eğlenerek ve gayet başarılı bir şekilde ÖSS senesini atlattım. A saplantısı gizli gizli devam etti. Sanırım A daha kalıcı bir iz bıraktı bende, sevdiğim kadın tipini -fiziksel ve karakter özellikleri olarak- tanımladı. Bilmiyorum belki de bu etki hala devam ediyor. Bana zarar vermiş olduğunu düşünsem de severim A'yı, iyi kızdır. 

İki sene önce içimde A'ya karşı hiçbir şey kalmadığını çok net bir şekilde anladım. İki yaz önce A'yla buluştuk. İzmir'den yeni dönmüştüm, valizimi boşaltırken telefonum çaldı. A'yla Ortaköy'de sanırım iki saat kadar konuştuk. Daha çok o konuştu. Sürekli yaptıklarından, yapacaklarından bahsetti. Ben konuşmayı severim, hatta bazen çok konuştuğum bile söylenebilir ama o gün A'yı nasıl bu kadar saplantıyla sevdiğimi iliklerime kadar sorguladım. Ertesi gün sahil boyunca evlerine kadar yürüdüm -İstinye'ye kadar üşenmeden. Bitti diye bağırdım dalgalara karşı. Bitmişti gerçekten. Yeni bir ilişkiye başlamıştım, mutluydum, değer veriyordum. 

Bir dönem de böyle kapandı. A şimdi İngiltere'de deniz hukuku master'ı yapıyor. Aşk-meşk hayatı ne alemde bilemiyorum ama en son 'in a relationship'di sanırım medeni hali. 

Elbette bu serinin sonu gelmez, en azından zorlarsak bir üçüncüsü çıkar ama döte girebileceği için burada noktalamakta fayda var. O kadar da cesur olmak iyi değil arkadaş. Neyse şöyle bitirelim o zaman:

Bizi arada üzerler 'ama arkadaşlar iyidir'...

Ben bittim Nihat!

Bu gece çok yağmur yağdı İstanbul'a. Aksi gibi yağmura dışarıda yakalandım. Gecenin ikisinde İstiklal'de, bizim 7 kişilik grubumuzun haricinde, yağmur dinsin diye bekleyenlerden başka pek kimse yoktu. Epeydir yağmurla kurduğum ilişki, kendisini pencere camından izlemek olduğu için bu fazla yakınlaşma beni rahatsız etti açıkçası. Yine de bu duruma aldırmayıp bir köşeye sığınmış olan midyeciden sayısını hatırlamadığım kadar midye yedik. Yağmur yağmaya devam etti.

2.30 Taksim-Sarıyer otobüsüne bindiğimde de yağmur yağmaya devam ediyordu. Bir süre bekledikten sonra otobüs yol almaya başladı. Ben arka kapının hemen önündeki arka tarafa bakan koltuklara oturmuştum. Yolculuğun ilk dakikaları karşıma oturan amcayı nereden tanıdığımı düşünmekle geçti. Adamın suratına o kadar aleni bakmış olmalıyım ki adam da rahatsız oldu. Olabilecek bütün ihtimalleri aklımdan geçirdim. Siteden değildi, okulda da görsem hatırlardım. Ortaköy; ıııh... Yanındaki arkadaşıyla yaptığı yağmurda masaları taşımanın zor oluşuna dair muhabbet kafamda bir şimşek çakmasına yol açtı. Adam Sanat'ın şef garsonuydu. Daha çok yaz akşamlarında teras katında görürdüm. 50-55 yaşlarında, benim boylarımda ve sevimli bir adamcağız. 

Taksim civarında daha çok restoran, bar, cafe gibi mekanlarda çalışan personelle -birkaç polis ve akşamcı da vardı- yolculuğum devam ederken Sanat günlerim aklıma geldi. Bu da 'sanat hayatım' gibi oldu ama neyse bunu bir kenara bırakalım. Şaka bir yana, Nevizade Sokak'ta bulunan Sanat Restoran bir dönemler müdavimi sayılabileceğim bir mekandı. Öyleki babamın da bulunduğu kalabalık bir grupla Nevizade'de dolanır iken, kapıda müşteri çekmeye çalışan garsonun babama standart müşteri muamelesi yapıp beni gördükten sonra hürmetle selamlayarak içeri davet etmesi vardır ki şu dünyada böyle bir anı herkesin yaşamasını dilerim. Bu gibi şeyler aklımdan geçerken şef garson Hacı Osman durağında otobüsten indi.

Otobüs, hızını arttıran yağmuru pek de umursamadan, Hacı Osman Bayırı'ndan salınarak sahil yoluna koyuldu. Artık bu akşam sefalarından eskisi kadar keyif almadığımı farkettim. Asmalımescit'te geçen bu gece de kendimi biraz daha yabancı gibi hissettim. İnsanlar iş kuruyor, batırıyor, çıkıyor falan filan. Benim tek istediğim emekli olup panjurlu bir evde oturmak galiba. Ya da bu hayatta ne yapmalıyım, ne olmalıyım muhabbetlerinden sıkılmaya başladım. Bunalıma sürüklenmek üzereyken imdadıma mükemmel başkan Yusuf Tülün'ün -ki kendisi Sarıyer güzellik kraliçesi olur- belediyesinin merkezi Sarıyer semtine varmış olduk. Otobüsten iner inmez boğazın sert rüzgarları boynumu sertçe yokladı. Beynime giden temiz havayla birlikte zihnim açıldı ve gözlerim yolda bekleyen taksi aramaya başladı. Yolda benden ve kedilerden başka pek bir canlı yoktu. Ayaklarımı sürüye sürüye taksi durağına yürüdüm. Bu saatte olmazdı ama 'ya tutarsa' mantığıyla gündüz tarifesi açıp açmayacağını sordum. Kabul etmedi ben de seve seve bindim. 

Uykum yoktu. Sırf bu nedenle Sarper'in geceyi evinde geçirme teklifini de reddetmiştim. Rutin işlerimi hallettikten sonra aklımda ne zamandır yapmayı planlayıp sürekli unuttuğum şeyi hatırladım. Abuk gelebilir ama Şevket Altuğ'un şu aralar ne yaptığını deli gibi merak ediyordum. Kendisini en son Fatih Türkmenoğlu'nun hazırladığı Sahil Günlüğü programında, yazlığında torunlarına bakarken görmüştüm. Marmaris-Datça taraflarında olmalı. Yarısını yakalayabildiğim sohbet boyunca Altuğ, bir nevi inzivaya çekildiğini ve ailesiyle mutlu olduğunu  söylemişti. Programın tamamını izledikten sonra Ekşi Sözlük'teki yorumları da okudum. Elbette konu dönüp dolaşıp Süper Baba'ya geldi. Sanırım iki saattir Youtube'da bu dizinin farklı bölümlerini izleyip duruyorum. 

Şimdi de Yeni Türkü'ye geçiş yapıyorum. Sonrasında da biraz Ezginin Günlüğü'yle sanırım geceyi noktalandırıp yeni günü karşılamanın zamanı. Arabam yanımda olsa bu saatte hiç kimsecikler yokken Kanlıca, Kuzguncuk ve Çengelköy yapardım herhalde. Çay bahçesini yeni açan amcadan çay isterdim, gazeteler yeni geldiği için ekleri olmadan birkaç tanesini almak zorunda kalırdım. Çok istersem Beykoz'a kadar bile giderdim.

Ben bittim Nihat...